19 Kasım 2009 Perşembe

KARTON EV (:

Çocukların bayıldığı Kinder Surprise Yumurtaların kutusundan nasıl sürpriz bir ev yapılır? İşte aynen böyle: Bir Kinder Surprise kutusu alınır, yan yüzlerden birinin üzerinde camlar için iki tane kare kesilir, diğer bir tarafına kapı açılır, bitmiş tuvalet kağıdı rulosundan çatı yapılır ve itinayla kutunun tepesine yapıştırılır, daha önceden pencereleri keserken çıkan iki kare parçadan bir dikdörtgen prizma elde edilir ve o da çatının üzerine baca olarak yapıştırılır. İşte bu kadar!! Daha dekoratif olsun diyenler pencerelere renkli kâğıtlardan perde de dikebilirler PARDON kesebilirler (((: Evimiz hazır! Home Sweet Home (:

10 Kasım 2009 Salı

ATA'YA SAYGILARIMLA...




CANIM ATAM,


SENİ SAYGI VE SEVGİYLE ANIYORUM VE YATTIĞIN YERDE SANA SONSUZ BİR HUZUR DİLİYORUM!




2 Kasım 2009 Pazartesi

PARIS, VILLE DE LUMIERE!

Fransa yazısı bu kadar mı geç kalır? Evet maalesef… Zaten ağzım burnum diyemeden geçti günler, buraya dönüş, miniğe kavuşma, okul değişikliği, yeni okul heyecanı ve adapte olma süreci derken bugünü buldum işte!
Tarih: 04.09.2009. Yer: Atatürk Havalimanı. İstikamet: Fransa, Paris, Charles de Gaulles
Havaalanı. Aktarma noktası: Macaristan, Budapeşte Ferihagy Havaalanı. Aktarmalı olan yolculuklar hep yorucu olmuştur, en zahmetsizi bile… Bir de aktarma noktasında gecikme olursa aman aman işte yorgunluğun iki misline katlandığı son nokta.

Nihayet saatler gece yarısını gösterirken: “Oh la la! Paris! C’est la ville de lumiere!” Muhteşem ihtişamlı bir kent! Gecesi ayrı göz kamaştırıcı, gündüzü ayrı baş döndürücü bir güzelliğe sahip . Biz neredeyse (büyük müzeler hariç) ayak basmadık yer bırakmadık şehirde. İlk gün Trocadero Meydanı ve Akvaryum’u ziyaret ettik. Trocadero Meydan'ından Eiffel Kulesi’nin görüntüsü nefes kesiciydi. Zaten pek çok posta kartına da konu olmuştur bu manzaranın büyüleyici efekti. Ertesi gün döne döne 284 basamak çıkarak “Arc de Triomphe” un tepesindeydik. Manzara inanılmaz keyifliydi. Yine Eiffel Kulesi harika görünüyordu. Ancak o kadar basamak çıkmak her yiğidin harcı değil, ciddi zorluyor.

Programımız genelde her sabah aynıydı, 08.00’da uyanış, 11.00-11.30 gibi evden çıkış ve merkeze varış. Bir sonraki gün hedef mekanımız Eiffel Kulesi’ydi ancak vakit geç olduğu için bu ziyaretimizi bir sonraki güne bırakıp o gün meşhur Paris Catacombes’larını gezmeye karar verdik. 18. yüzyılın sonlarında Paris Belediyesi tarafından oluşturulmuş bu kemik mezarlığı çok ilginç ve bir o kadar da ürpertici bir atmosfere sahipti.
Bir diğer durağımız bahçelerdi. Paris'in bahçeleri dünyaca meşhurdur zaten. "Jardin de Luxemburg", "Jardin de Tuillerie" v.b. Öğlenleri insanların buluşma noktası. İşte bizim de öğle yemeklerimizin mekanı oldu bu bahçeler.



Daha sonraki günler de aynen böyle yoğun bir şekilde devam etti. Aralarında en unutamayacaklarım Eiffel Kulesi, Villepinte’deki Cité des Sciences ve Musée de Grevin yani Balmumu Müzesi oldu. Eiffel Kulesi’nden manzara bir harikaydı. Koskaca bir şehri kuş bakışı görmek insana inanılmaz bir heyecan veriyor doğrusu. Villepinte’deki Cité des Sciences ise bilim dünyasındaki keşifleri interaktif bir biçimde sunuyordu ziyaretçilerine. Birebir deney yapma şansına nail olmak çok eğlenceliydi. Balmumu Müzesi ise bambaşka bir dünyaya seyahat gibiydi. Bütün ünlülerle bir arada olmak, onlarla baş başa kahve içmek, yanlarında durmak çok hoştu. Bir tarafta Elton John ile piyano çalmak, diğer tarafta Jean Paul Sartre ile kahve içmek, bir diğer yanda ise Jean Paul Gaultier’nin eskiz çalışmalarını incelemek çok heyecan vericiydi doğrusu(:

İşte koskoca Paris seyahati böyle dolu dolu, gümbür gümbür geldi geçti. Tabii her seyahat gibi tadını da damağımızda bıraktı. Daha nice seyahatlere diyorum (:
Hep demişimdir: Güzel bir yurt dışı seyahati gibisi yoktur derinlemesine bir yaşam detoksu için!

24 Eylül 2009 Perşembe

HOME MADE SUSHI

Japon mutfağında önemli bir yere sahip olan sushi, binlerce yıl önce Japonya’da çiğ ve temizlenmiş balığı saklama yöntemi olarak icat edilmiş. Balık, çiğ olarak pirinç ve tuz arasında ağır bir taşın altında birkaç hafta sıkıştırılır sonra da balık fermante oluncaya kadar yosuna sarılırmış. 18. yüzyılda Yohei Hanaya isimli Tokyo’lu bir şef, fermantasyon yönteminden vazgeçip sushiyi olduğu gibi servis yapmaya karar vermiş ve günümüzde lezzetiyle batı dünyasını da etkileyen sushi çıkmış ortaya. Aslında gönlüm istiyordu ki kademe kademe anlatayım, satırlara dökeyim şu sushi işini. Zannedildiği kadar da zor bir iş değil. İnanın aşama aşama, ayrıntılarla yazması daha zor (((: Mantı açıp kapatmaktan daha kolay olduğunu söyleyebilirim. Gerçekten burada uzun uzun nasıl sushi sarılırı anlatamayacağım, çok üşendim! Sadece pirincinin tarifini vermeyi düşündüm. Pirinci de hazırlamak çok kolay. En zor kısmı, duru bir su elde edene kadar pirinç tanelerini bir kap içerisinde defalarca kez yıkamak. Ellerin haşatı çıkıyor ama değiyor doğrusu.



SUSHI PİRİNCİNİN MALZEMELERİ:

* 700 ml. sushi pirinci (yoksa baldo pirinç tercih edilebilir)
* 830 ml. su
* 120 ml. pirinç sirkesi
* 60 ml. şeker
* 1/2 çay kaşığı tuz



SOSUN YAPILIŞI:

Şeker, tuz ve sirke tencerede kısık ateşte şeker eriyene kadar karıştırlır. Karışımın kaynamaması gerekir.



PİLAVIN YAPILIŞI:

Pirinç iyice yıkandıktan sonra 830 ml. (3 1/3 cup) su dolu tencereye konur ve yarım saat dinlendirilir. Daha sonra önce yüksek ateş açılır ve fokurdamaya başlayan pirincin altı kısılır, 15 dakika kısık ateşte pişirilir. Pirinç piştikten sonra bir tepsiye yayılır ve hafifçe karıştırılarak hemen soğutulur. Anında soğutulması pirinç tanelerinin birbirine yapışmaması için çok önemli bir nokta. Pilav iyice soğuyunca üzerine önceden hazırlamış olduğumuz sosu gezdiriyoruz. Pilavın sosu iyice yemesine özen göstermek gerekiyor. İşte bu kadar! Sushinin ana malzemesi hazır bile. Gerisi hünerli ellere kalıyor.
Itadakimasu! (Japonca'da afiyet olsun)




25 Ağustos 2009 Salı

ÇİKOLATA SOSLU KAKAOLU KEK

Hayret bir şey! Ben, hamur işlerinde, şekerli mamüllerden ziyade, tuzluları tercih edenlerdenim. Hatta Türk halkının genel yapısında tatlıya meğillilik olmasına rağmen bende neden yok diye sorarım kendime. Bir açıdan da bu durumumdan memnunum. Malum bir de tatlıya düşkün olsak herhalde top gibi yuvarlanırdık (: Herkes bir tatlı krizine girer, ben ise tuzlu krizine girerim (: Yemek bloglarını karıştırırken hep tuzlu tarifi ararken bulurum kendimi. Ama maalesef bir çoğunda tatlı tariflerinin ağırlıkta olduğunu farkettim. Ben tuzlu üzerine gideceğim dedim. Yemek olsun, hamur işi olsun hep tuzlu, tatlı değil!! Eeeee... Valla isteyerek değil ama şu son iki seferdir kendimi tatlıların cennetine düşmüş buldum. Henüz elmalı payın nefis, çıtır çıtır dokusunun etkisini ve üzerimize sinmiş mis gibi tarçın kokusunu yeni yeni atarken, bir de baktım fırında kakaolu kek pişiyor! Eeeeh, "büyük lokma ye ama büyük konuşma" ya da "konuşurken dilini ısır" diye boşuna demiyorlarmış meğer. Evet, gelelim bizim üzeri çikolata sos kaplı cennetten çıkma kakaolu kekimize. Çok basit bir tarif. Şipşak! O kadar kolay hazırlanıyor ki, fırından çıktıktan sonra kekin soğuması daha uzun geliyor insana! (: Standart tarif: Kakao hariç, tüm malzemeler bir güzel karıştırılıyor. Bir kısım karışım ayrı bir kaba alınıyor ve 4-5 kaşık kakaoyla homojenize ediliyor. Önceden yağlanmış kek kalıbına önce beyaz karışım, üzerine de kakaolu karışım dökülerek zigzag işaretleri yapılıyor ki kakao beyaz karışımla bütünleşsin, kütle gibi kalmasın. Son olarak da önceden 180 dereceye ısıtılmış fırında 40-45 dakika pişiriliyor. Piştikten sonra, kek soğumaya bırakılıyor. Ve sıra çikolatalı sosa geliyor. Büyük bir tencereye sıcak su konuyor, içine de küçük bir tencere yerleştiriliyor. Bu küçük tencerenin içine bitter çikolata parçaları atılıyor ve benmari usulü eritiliyor. Çikolata iyice eridikten sonra soğumuş kekin üzerine dengeli bir biçimde dökülüyor. Çikolatalı sos, donana kadar buzdolabında bekletiliyor.

Bu arada kekin püf noktalarını da sıralamakta fayda var:

* Önce yumurtalarla şeker iyice çırpılmalı,
* Kesinlikle katı yağ tercih edilmemeli, mutlaka sıvı yağ, mümkünse ayçiçek yağı olmalı,
* Kakaolu karışım, beyaz karışıma göre daha yoğun kıvamda olmalı, koyu oldu zannedilip süt ve benzeri malzemelerle açılmaya çalışılmamalı. Yoksa ikisi de birbirine karışır ve kahverengi bir kek olur. Bizim istediğimiz, kakaolu kısım ile beyaz kısmın birbirinden ayrı olması.


MALZEMELER:

2 bardak un
4/3 bardak sıvı yağ
4/3 bardak toz şeker
2 yumurta
1 paket kabartma tozu
1 bardak süt
5 yemek kaşığı kakao
1 paket bitter çikolata


Afiyet olsun!

22 Ağustos 2009 Cumartesi

POYRAZKÖY

Geçen haftasonu Poyrazköy'e şirin bir yolculuk yaptık. Çok keyifli bir yer. Sakin ve huzurlu. Boğaz' ın Anadolu yakasında, Karadeniz'e en yakın yerleşimlerden biri olan Poyrazköy'e ulaşmak için Beykoz'u geçtikten yaklaşık 4 km. sonra solda Poyrazköy-Anadolu Feneri tabelasını izlemek gerekiyor. Asfalt dar yol, sık orman içinden keskin olmayan virajlarla yükseliyor. Karadenize, Anadolu Feneri'ne doğru giderken solda Poyrazköy yön levhasını izleyerek Boğaz kıyısına, Poyrazköy'e iniliyor.
Fazla kalabalık olmayan köy, tepeye kurulmuş. Köye girmeden sola, Poyrazköy plajına yol ayrılıyor. Plaj, fazla büyük olmayan bir kumsal ve çevresindeki irili ufaklı tesislerden oluşuyor. Soyunma kabinleri, lokanta ve kahveler var. Biz yukarı kısımdaki bir çay bahçesinde oturduk. Yukarıdan manzara bir başka güzeldi. Yalnız burada acıkınca yapacak pek bir şey yok. Sadece kaşarlı tost hazırlayabiliyorlar o kadar. Dolayısıyla ya evden çıkın hazırlayıp getirmek gerekiyor ya da çay bahçesinin yanındaki küçük bakkaldan ıvır zıvır alıp çay eşliğinde tüketip akşama doğru da deniz kenarındaki restoranların birinde ziyafet çekmek...
Poyrazköy, rüzgara ve akıntıya karşı korunaklı bir koy dolayısıyla tekne ve yatların demirlemesi için uygun. Poyrazköy'e gidiş yolu bir süre öncesine kadar askeri alanla çevriliymiş. Askeri alan, köye girişi engellemiyormuş ama Beykoz-Poyrazköy yolu üzerindeki sık ormanlık alanda durmayı ve piknik yapmayı yasaklıyormuş. Yasak kalkınca yol boyu piknikçilerin akınına uğramış. Mesire yerleri de bu zamanlarda açılmış bu yol kenarlarında. Arabayla gidecekseniz, yol boyunca dizilmiş bu piknik alanlarına rastlamak mümkün. Kavacık'tan Poyrazköy 34 km . Yol dar olmasına rağmen çok keyifli. Biraz uzun sürüyor ama değer.




21 Ağustos 2009 Cuma

ELMALI PAYIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Evde o kadar çok elma vardı ki ne yapacağım diye düşünürken birden aklıma tıpkı çizgi filmlerdeki gibi elmalı pay yapmak geldi. Tam olarak istediğim pay tarifini bulabilmek için internette bir süre oyalandım. Aslında pay ile tartın farklı olduklarını ama genelde bu ikisinin sürekli karışıtırıldığını da farkettim. Tart hamuru, yoğun ve sert kıvamlı bir kek gibi, ama pay hamuru incecik ve çıtır bir dokuya sahip. Neyse pay ile tart arasındaki farkı böylece öğrendikten sonra mis gibi tarçın kokan elmalı payımı hazırlamaya giriştim. Elmaları soydum, dilimledim ve limonlu suya koydum. Önce pay hamurunu hazırladım. Bu hamurdan kaliteli bir iş çıkarmak istiyorsanız 30 dakika kadar buzdolabında dinlendirmelisiniz. Hamuru buzdolabına koyduktan sonra bir bardak irice dövülmüş ceviz, bolca tarçın, un ve bir bardaktan biraz fazla toz şekerden oluşan bir iç malzemesi hazırlayıp limonda bekleyen elmalarımı içine attım. Yarım saat dolduktan sonra iki eşit parçaya ayırdığım hamurumun bir tanesini açıp yağlanmış ve unlamış tart tepsimin içine yerleştirdim. Üzerine elmalı içimi yerleştirdikten sonra ikinci hamurumu da açıp onu da harcımın üzerine yerleştirdim. İki hamurun birleştiği yerleri iyice birbirine yapıştırdım. Üzerine de bıçakla "V" harfleri çizdim ki hamur kabarıp patlamasın! Daha önceden 185 dereceye ısıttığım fırınımda yaklaşık olarak 40-45 dakika pişirdim. Üzeri kızarana dek diyebiliriz. Tepsimi fırına sürdükten bir 10 dakika sonra tarçın ve şekerin karamelize kokusu tüm evi sarmıştı bile!

MALZEMELER:

2 bardak un
1/2 bardak oda sıcaklığında küp küp doğranmış tereyağ
7 yemek kaşığı buz gibi soğuk su
3 yemek kaşığı pudra şekeri (hamurun gevrek olmasını sağlıyor)

ELMALI HARÇ İÇİN:

4 adet elma
1 bardak irice dövülmüş ceviz
2 yemek kaşığı un
1 bardaktan biraz fazla toz şeker
4 yemek kaşığı tarçın

Afiyet olsun!

10 Temmuz 2009 Cuma

PARIS, JE T'AIME

Bugün, 2006 yılına ait ancak benim yeni izleme fırsatı bulabildiğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Filmin adı: "Paris, Je t'aime". Amerikalı, İngiliz, Fransız gibi farklı uyruklardan insanların yaşamlarından kesintiler işleyen, 18 kısa hikayeden oluşan bir film. Wes Craven, Gerard Depardieu, Alexander Payne gibi 22 ayrı yönetmenin çektiği filmde başrol oyuncuları da tanıdık simalardan. Kimler yok ki: Fransız sinemasının vazgeçilmez yüzü Juliette Binoche, Nick Nolte, Nathalie Portman, Gerard Depardieu, Lord of The Rings'in efsane oyuncusu Elijah Wood, Bob Hoskins, fransız aktris Fanny Ardant ve daha niceleri... Hepsi mükemmel oyunculuk güçlerini sonuna dek kullanmışlar doğrusu. Filmi bu kadar sempatik bulmamın en büyük nedeni de tüm hikayelerin Paris'in farklı bölgelerinde çekilmiş olması. Doya doya Paris...

Bu 18 kısa hikayenin arasında beni en çok cezbeden "Loin du 16e" başlıklı olanıydı. Hikayede genç bir kadın kreşe bıraktığı daha 2-3 aylık bebeğine İspanyolca bir ninni mırıldanır. Ardından bebeğini orada bırakarak yola koyulur. Uzun bir yoldan sonra işvereninin evine gelir. O, aslında bir bebek bakıcısıdır ve her sabah kendi bebeğini kreşte sakinleştirmek için mırıldandığı ninniyi, bakıcılığını yaptığı bebeğe de söyler ve uzaklara dalar gider... Bu beni oldukça etkiledi. Sözün özü "Paris, Je t'aime" mutlaka seyredilmesi gereken bir film. Bu filmde herkes kendine ait bir hikaye bulacaktır, bundan eminim! (:

6 Temmuz 2009 Pazartesi

NOSTALJİNİN BÖYLESİ

Yaş 16-17... Tam bir rock'n roll çılgınlığı... Hard Rock müziğinin felsefesinin temelini algılamak ve evin her köşesinde yüksek ses walkman dinlemek. Ailenin ver yansınlarına karşılık duvarlara efsane rock gruplarının dev posterlerini asmak. Güzel yıllardı. Mutlu olduğum bir dönemdi. Bluğ çağının sonları ve bir ergenin kendini bulmaya çalıştığı yaşlar. Olgunlukla çocukluğun karmaşası. İşte o dönemlerde, Hard Rock dünyasından esinlenerek birkaç şarkı sözü yazmışşlığım vardı. Dedim ki: Neden olmasın? Neden bu sözlerden birine blogumda yer vermeyeyim ki? Hak ediyor bunca sene sonra defterin tozlu sayfalarının arasından sıyrılarak sanal ortamda kendine bir yer edinmeyi. İşte o şarkı sözleri (:

VAHŞİ HAYAT

Söz: Seda Erdarcan


Uzat elini yakala hayatı.
Kapat gözlerini düşle geleceği.
Korkma fısıltılardan,
Kaçma vahşi duygulardan.

Yollar açık sana artık,
Elveda de ve çık git artık.
Güçlü ve kasvetli olmak kolay değil sandığın kadar,
Savaş kendinle sonuna kadar.
Karşılık verme anlamsız küfürlere,
Bırak onları geride.
İnan bildiğin tek şeye, kendine.
Yalnızlığın seni boğmasına izin verme.
Bu senin hayatın kullan istediğin kadar.

Takip eder birbirini günler,
İnsanoğlu yakalamaya çalışır bir şeyler.
Dağıt kafandaki şu dumanı.
Kapat gözlerini düşle geleceği.
Korkma vahşi dünyadan,
Kaçma vahşi fısıltılardan.

Geçir ayağına çizmelerini,
Kapat gözlerini düşle geleceği.
Korkma vahşi hayattan,
Kaçma fısıltılardan.

3 Temmuz 2009 Cuma

HALA CANLI...

M.J... Biz 70'li yıllar doğumluların gençlik çağları meşhur 80'lere rast gelir malum. Ve o yılların efsane ismi: MICHAEL JACKSON! Dinler miydim? Evet, ama öyle tüm albümlerini almadım 1-2 tane belki. Birkaç kült parçasını da hala keyifle dinlerim. "Billy Jean" onunla ilk tanıştığım şarkıydı. Ortaokul ve lise çağlarımda da başarılarını ve hit parçalarını takip ettim. Türkiye'ye geldiğinde konserine gitmemiştim ama giden arkadaşlarımın anlatışlarından ne kadar büyüleyici bir konser olduğunu anlamış hatta o an kendime bile itiraf edemediğim bir pişmanlık duygusu içine girdiğimi hatırlarım.
Evet "O" artık yok! Ölümünün ardından internette pek çok haber gördüm ve okudum ancak "youtube" da gördüğüm en ilginçlerindendi bence. Ölümünden 2 gün önce çekilen bu görüntüler, çok şaşırtıcı geldi bana. Bu kadar sağlıklı olup, dünyanın en zor işlerinden biri olan show-biz içinde olup da bu kadar canlı ve hareketli olmak ve 2 gün sonra melek olup uçmak... Anlamadım... Anlayamıyorum... Çok şüphe var gibi görünüyor. Yoksa hala canlı mı? Bu hayattan kurtulmanın en kolay yolu, kendini ölmüş gibi gösterip kimlik değiştirerek hayatına devam etmek mi acaba??! Aslında böyle olduğuna inanmak işime de geliyor galiba. Bir çeşit kendi kendini avutma yöntemi. Bu düşünce tarzı, "onun" öldüğüne inanamadığını göstermenin farklı bir yolu olsa gerek. Huzur içinde...

23 Haziran 2009 Salı

POLLY POCKETS

Keşke tekrar çocuk olsam! Bunlar ne şirin oyuncaklar böyle! Bizim zamanımızda olacaktı, herhalde hiç kimsenin gücü beni onların başından kaldırmaya yetmezdi. Halamın, minik için Amerika'dan getirdiği "Polly Pocket"lardan bahsediyorum. Ne kadar eğlenceliler! Çeşit çeşit aksesuarlar, bebekler, arabalar. Tak takıştır, giydir, giydir... Ben en çok minik ayakkabılarına bittim. Her kıyafetin altına başka bir ayakkabı... Çantaları da cabası. Tek kelimeyle süperler! Gelişme çağındaki çocukların el, göz koordinasyonu gelişimi için mükemmel bir seçim. Bizim zamanımızda giydirme bebekler vardı ki ben bayılırdım, bunlar da o kağıt bebeklerin 3 boyutlusu! Rengarenk, çeşit çeşit. Hemen e-bay'den daha başka ne gibi aksesuarları var diye baktım tabii, kaçar mı hiç? Kaçmaaazzz (: Fiyatlar çok uygun, kargo da bedava denecek kadar cüzzi. Yeni aksesuarların kapımızı çalması an meselesi gibi görünüyor. Minikten çok ben mi oynuyorum ne? Bilmem anlatabildim mi? ((:

10 Haziran 2009 Çarşamba

ADENOİDEKTOMİ

En sonunda, yapılan tetkikler sonucunda, bizim miniğin geniz eti ameliyatı olması gerektiğine ve her iki kulağına da tüp takılmasına karar verildi. Bu sabah saatiyle 06.00'da uyanıldı. Saatler tam 07.00'ı gösterdiğinde Acıbadem Kozyatağı Hastanesi'nin yatış işlemlerinin yapıldığı bankodaydık. Bir süre bekledikten sonra bizi odaya aldılar. Gelen giden... Anestezist... Bir sürü prosedür icabı sorulan sorular ve cevaplar... Operasyon, genel anesteziyle olacağı için kan tahlili yapıldı. Testlerin sonucunu beklerken de ameliyat öncesini hatırlamaması için miniğe "Dormicum" adında bir şurup içirdiler. Aman ne evlere şenlik!!! Bizimki kıkır mıkır, yatıyor kalkıyor bir şeyler sayıklıyor tekrar düşüyor tekarar kalkıyor, tam bir sarhoş!! Sonunda operasyon zamanı gelip çattığında miniği aldılar sedyeye ve ameliyathaneye indirdiler. Tabii biz de yanında! Ama o, canım benim, hiç bir şeyin farkında değil! Minikle ameliyathane kapısında vedalaştık. Doktorlar, operasyonun yaklaşık olarak 1 saat süreceğini söylediler. Biz kafeteryaya geçtik. Orada oyalandıktan sonra ameliyattan çıkış saatine yakın odaya çıktık. Tam bu sırada bize bir üst katta yeni bir odaya geçeceğimizi söylediler. Bu biraz heyecan yarattı çünkü kaldığımız oda günü birlik olarak adlandırılan bir odaydı ve acaba bir komplikasyon mu oldu da odamızı değiştiriyorlar diye düşünmeden edemedik ancak neyseki anestezistle karşılaşığımızda bize ameliyatın iyi geçtiğini ve 10 dakikaya kadar çıkacağını söyledi. Biz de eşyalarımızı toparlayıp (miniğe yeşil ameliyat elbisesi ve bonesi giydirdikleri için bütün üstünü başını çıkarmıştık) 5. kattaki odaya çıktık. Tam odanın hazırlanmasını bekliyorken ilgili hademelerden biri, miniğin çıkmak üzere olduğunu ve kıyametleri kopardığı için çıkışta yanında olmamız gerektiğini söyleyince biz de apar topar ameliyathaneye indik. Daha kapı açılır açılmaz nasıl bir çığlık sesi geliyor! Ortalık yıkılıyor!! Ağlama ama ne ağlama!! Neyse bizimkini getirdiler, hala ağlıyor! Gözü hiçbir şey görmüyor! Bizi bile... Odaya çıktık hala ağlıyor ama artık hıçkırıklar içinde, içini çeke çeke. Ansteziden uyandıktan sonra her insanda değişik tepkiler olurmuş, bizimkinde de ağlama krizi oldu sanırım! Ama susmuyor! Hastane yıkılıyor adeta! Yatağına yatırdık, bu kez de "sen git, sen de git, uyuyacağım" diye bağırıyor bize. Eh en sonunda baktık olacak gibi değil biz de odadan dışarı çıktık. Ses kesildi. Kapıyı aralayıp baktık, öylece uzanmış bizim minik. 2 saatlik uykudan sonra kendine gelmişti bile. Saat 13.00'da getirilen kayısı kompostosunu ve dondurmasını bir çırpıda bitirdi. Yaklaşık 17 saattir açtı bebeğim! Ve yaklaşık olarak saat 15.30 gibi de hastaneden ayrıldık. Ooofff offf, doktorlar diyorlar ki: "Çok basit bir operasyon, her şey hallolacak, merak etmeyin" iyi güzel de sen gel bir de bunu annelik içgüdüsüne anlat! Sonuçta genel anestezi işte... Yoruldum... Neyse bitti... Umarım bundan sonra artık bütün kış boyunca çektiğimiz sıkıtıntılar son bulur! Umarım iştahı düzelir! Umarım artık acillerde doktorlardan medet ummayız! Umarım burnu akmaz! Umarım öksürük krizlerine tutulmaz! Onu çok seviyorum! Her şey bebeğimin kaliteli bir yaşam sürmesi için!! Haydi bize geçmiş olsun!!

4 Haziran 2009 Perşembe

DEEP FREEZE DEHŞETİ!!

Kimin aklına gelirdi ki, 1 haftalık seyahate çıkacaksın ve "Home Sweet Home" diye eve dönükten sonra akıl almaz bir derin donurucu dehşetiyle karşılaşacaksın! Korkarım bu yazımı oluşturacak her cümlem, bir adet ünlem işaretiyle son bulacak! Şu anda bile yazıyı yazarken burnuma korkunç kokular geliyor! Olayımız şöyle: 1 haftalık Ankara seyahati, 1 hafta boyunca aile saadeti, hoş-beş vakit, ye-iç eğlen ve eve dönüş zamanı, İstanbul' a vakitlice varış... Her şey yolunda, keyifler tıkırında... Taaa ki... Anahtar deliğe girdi, tıngır mıngır döndü ve kapı açıldı... Eve ilk adım atış... "Aaaa çöpü mü dışarı koymayı unuttum? Offf ev amma da havasız kalmış" gibi yorumlar... İşte dehşet anı! Bizim derin dondurucunun fişinin takılı olduğu prizin düğmesini biricik afacan kızımız kapatmış! Ne mi olmuş? Dondurucunun içindeki tüm etler, butlar ve artık daha ne varsa hepsi erimiş, çürümüş, korku filmini aratmayacak bir sahne koymuş ortaya! Evin içindeki koku da cabası! Şoku atlatamadan kapıcımız kapıyı çaldı: "Apartmanı çok kötü kokular sardı, ceset mi var ne var?" Evet, evet! İçeride ceset olsa bu kadar feci kokar! Pencereleri açtığımız gibi uçuşup koşuşup gelen ceset sinekleri!!!!! Akbabalar neredeler? Moral bozmamaya çalışıyoruz... 2 saat temizlik ama nafile, çürük et kokusu gitmiyor!! (Hala burnumda) Tüm pencereler açık! Koku inatla burnumda!! Parke iyice emmiş çürük etlerin suyunu!! Ne kadar temizlesek de fayda etmiyor maalesef! Parkeler mi değişecek ne??? Offffffff!!!!!!!! Neye yanayım bilmiyorum ki? Hiç dokunmadığım daha yeni dondurucuya attığım antrkotlara mı? Bonfileme mi? Bir daha ölsem alamayacağım "lemon grass"larıma mı? Bodrum'dan aldığımız "lime" limonlara mı? Kendimi balkona attım, ancak bu yazıyı yazarken hala kokular geliyor burnuma! Bilmiyorum ne olacak? Herhalde cidden parkeler değişecek!!! Başka türlü rahata eremeyeceğiz anlaşılan!!!!

25 Mayıs 2009 Pazartesi

SAATLİ MAARİF TAKVİMİNDEN...

Eskiden her evde vardı bu takvimlerden. Herkes bu takvimlerin arkasındaki özlü sözleri, yemek tariflerini, tarihi olayları okumaktan keyif alırdı. Ben de... (: Gel gör ki artık teknoloji çok ilerledi ve artık kimse bu nostaljik takvimlerle ilgilenmiyor ne yazık ki. Her şeyi geçin, en basitinden kol saatlerimiz, zamanın yanı sıra takvimi bile gösteriyor. Sanırım hızlı hayat koşturmacasının içinde de bu bize yetiyor da artıyor öyle değil mi? Ama bazen nostaljik olmakta da bir sakınca yok canım... Ben de fırsat bu fırsat elimdeki 2009 Vasıf Ülkü Takvimi'nden bir- iki faydalı bilgi sunmak istedim. Hatta ilkini ben de bilmiyordum, eh öğrenmenin yaşı yoktur ne de olsa (:
* Hayatımızdan başlıklı ilk pratik bilgide banyo sonrası cilt bakımından bahsetmişler. Bu yazıya göre en önemli cilt bakımı, banyodan sonra son derece iyi kurulanmaktan geçiyormuş. Banyo ya da duş sonrasında, cildimizin üzerindeki su kurulanmadan kalır ve kendi kendine uçarsa vücudun nemini de alıp götürüyormuş. Dolayısıyla cildin ciddi şekilde kurumasına yol açıyormuş!

* Diğer bir pratik bilgi de kurumuş diz kapaklarıyla ilgili. Eğer dizlerimiz pütürlü ve pürüzlüyse bundan kolayca kurtulabilirmişiz. Hele şimdi yaz mevsimi de başladı dolayısıyla daha bir dikkatli olmak gerekiyor bu konuda. Yapacağımız şey basit: Sabah ve akşamları dizlerimizi köpüklü ılık su eşliğinde sünger taşıyla çok hafif masaj yaparak ovmak ve iyice durulayıp kuruladıktan sonra badem yağı sürmek.

24 Mayıs 2009 Pazar

VE FİNAL...

Şok! Gerçekten bunca zamandır izlediğim dizinin bu şekilde sonlanması beni çok üzdü. Çünkü böyle bir sonu hakketmeyen bir temposu vardı. Yani herşey bir çırpıda oldu bittiye geldi. Aradan 4 sene geçti, bunca koşuşturma, bunca ölümlerden dönme, bunca kaçmaca-kovalamaca, bunca macera bir çırpıda bitti... Offf... Olmadı yaaaa!! Ama bir müjde, okuduğum bir habere göre yapımcılar 15 Temmuz 2009'da piyasaya çıkacak bir ekstra DVD hazırlıyorlarmış. Bu son 4 senede neler olup bitti daha iyi anlayabilmemiz için. Sabırsızlıkla bekliyorum. Geri sayım başlasın!! (:

28 Nisan 2009 Salı

PRISON BREAK!

İşlemediği bir suç yüzünden idam cezasına mahkum bir adam ve onu kurtarmak için kendini hapise attıran süper zeka bir kardeş. Illinois Fox River hapisanesinden akıl almaz bir kaçış ve zincirleme gelişen, içiçe geçen tehlikeli oyunlar, cinayetler... Kim kimin hesabına çalışıyor? Kim kimi kolluyor? Kim kimi tuzağına düşürmeye çalışıyor? Çok heyecanlı ve sürükleyici bir dizi, PRISON BREAK. Her bir bölüm bir nefeste bitiveriyor sanki. Geç keşfettik ama nihayetinde tanıştık. Hafızam beni yanıltmıyorsa biz tam Ekaterinburg'a gitmeden hemen önce 2006 yılının nisan ayında CNBC-e'de yayınlanmaya başlamıştı. "Amaaaan hapisane dizisi mi? Kim seyreder? Ne sıkıcıdır!" dediğimi hatırlıyorum. Hem de hiç seyretmeden! Sanırım o dönem benim gibi düşünenlerin sayısı epey yüksekmiş ki CNBC-e' de oynamıyor artık. Yazık! Başrollerini Wentworth Miller (Michael Scofield) ve Dominic Purcell'in (Lincoln Burrows)oynadığı Prison Break, şu aralar Amerika'da kanal Fox'da 4. sezonunu oynuyor. Söylenene göre 6 sezon sonunda da bitiyor. Bana göre şu anda Lost'tan sonra ikinci sırada geliyor.

http://www.youtube.com/watch?v=LVps2Za3D7s

22 Nisan 2009 Çarşamba

BARCELONA

Bizimkiler yani annem ve babam bugün saat 14.00 uçağıyla kız kardeşimi ziyaret için İspanya’nın en güzel şehri (bence) Barcelona’ya uçtular. Hatta 3 saat 15 dakikalık uçak yolculukları halen devam ediyor. Ben de gitmek ister miydim? Eveeeeeet!!!! Ben de canım kardeşimi görmeye Barcelona’ya gitmek isterdim. Herkül’le boğuşmaya Barcelona'ya gitmek isterdim. Ramblas’da turlamak, Plaza Catalunya’daki kafelerden birinde kahve molası vermek, Passei de Gracia’da Pedrera’nın önünden geçerken her zamanki gibi “ne dahi adammış şu Gaudi” demek, yer altında metro istasyonları arasında mekik dokumak, Sants Caddesi’ni baştan sona yürümek, Ramblas’nın arka sokakları Bario Gottic’te ki birbirinden büyüleyici mağazalara girip çıkmak, Grand Via’daki alışveriş merkezinin avlusunda bir sandöviç atıştırmak, Montjuic Tepesi'nden güneşin batışını izlemek, birbirinden leziz tapas’lardan tatmak, Valor’da “churros”umu sıcak çikolatanın içine batırmak, Maremagnum’da iça çıcı teknelerin manzarası eşliğinde dolaşmak isterdim elbette! Ama kısmet. Gönül her şey bir arada olsun istiyor ama bu pek mümkün olmuyor ne yazık ki. Umarım en azından bizimkiler oranın keyfini doya doya yaşarlar ve çok mutlu bir tatil geçirirler. Darısı başımıza artık (:

10 Nisan 2009 Cuma

TATLI EKŞİ SOSLU TAVUK

Çok uzun zaman oldu biliyorum. Ama yazamadım işte. Yazmak istedim yine olmadı, olamadı... Nihayet, geçen gün Çin restoranlarında, hatta hangi Uzakdoğu restoranına gitsem her daim sipariş verdiğim ve hiç sıkılmadan afiyetle yediğim "sweet and sour sauce chicken" (tatlı ekşi soslu tavuk) tarifini buldum. Bulmakla kalmadım bir de denedim! Sonuç? Kelimelerle tarif edemeyeceğim bir lezzet! Sanki az önce bir Çin restoranını aramışım da spariş vermişim! İşte bu Uzakdoğu'dan soframıza gelen lezzetin sırrı:

MALZEMELER:
3 adet kemiksiz tavuk göğsü
1 yemek kaşığı soya sosu
2 çay kaşığı susam yağı
Kızartmak için sıvı yağ
Tempura karışımı: Tepeleme 3,5 yemek kaşığı un, 1 yemek kaşığı mısır unu, yarım çay kaşığı tuz ve bir kaç buz eşliğinde 200 ml. buz gibi maden suyu. Bu karışım asla çok karıştırılmaz. Bırakın pütürler içinde kalsın.
1 tane yeşil biber
1 tane havuç
2 diş kıyılmış sarmısak

SOS İÇİN
3 yemek kaşığı soya sosu
3 yemek kaşığı beyaz şarap sirkesi
3 yemek kaşığı şeker
1 çay kaşığı mısır unu
100 ml. buz gibi soğuk su

YAPILIŞI
Tavuklar kuşbaşı kesilir ve soya sosu ile karıştırılır.Bu arada sos malzemeleri 100 ml. soğuk suyla karıştırılarak hazırlanır. Diğer yandan yağ kızdırılır, tempura karışımının içine atılan tavuklar, kızgın yağda altın sarısı renk alana kadar kızartılır.
Sosu hazırlamak için, tencerede (wok tava varsa tercih edilmeli) zeytinyağı kızdırılır. Sarımsaklar, havuçlar, biberler 3 dakika kadar çevrilir. Diri olmaları gerekiyor. Önceden hazırlanmış olan sos suyu da tencereye eklendikten sonra tüm mlazemeler 1 dakika kadar fokurdayana dek pişrilir. En sonunda da kızarmış tavuklar sosun içine atılır ve yavaşça sosla bütünleştirilir. Tabaklara servis edilir.


27 Şubat 2009 Cuma

ÜZÜMLÜ FINDIKLI KEK

Kek, kış mevsiminin vazgeçilmez hamur işlerindendir bana göre. Buz gibi bir havada sıcacık bir çayın yanına en çok yakışan lezzetlerden biridir her zaman. Hele fırında pişerken evi saran kokusu yok mu? Mmmm… Hem hazırlaması da bir o kadar kolay.
Bu sabah canım üzümlü fındıklı kek istedi ve ben de bir koşu mutfağa dalıp pişiriverdim. 15 dakikamı bile almadı. Şu an bu yazıyı yazarken de bir yudum çay eşliğinde kekimin tadına bakıyorum! (:

MALZEMELER:
3 yumurta
2 su bardağı un
1 su bardağı şeker
1 paket kabartma tozu
1 su bardağı yoğurt
1 çay bardağı sıvı yağ
1 avuç kuru üzüm (ıslatılıp kurutulmuş ve una bulanmış)
1 su bardağı çekilmiş fındık

YAPILIŞI:
Yumurta ve şeker iyice çırpılıyor. Ardından sıvı yağ ve yoğurt içine gidiyor. Un ve kabartma tozu elenerek karışıma ekleniyor. Son olarak da çekilmiş fındık içi ve üzümler ilave ediliyor. Tüm malzemeler üzümleri fazla hırpalamadan bir spatula yardımıyla karıştırılıyor, yağlanmış kalıbın içine dökülüyor ve önceden ısıtılmış 180 derecelik fırında yaklaşık 35-40 dakika pişiriliyor.
Afiyet olsun…

8 Şubat 2009 Pazar

TANRIM NEDİR BENİM GÜNAHIM!?

Minik hala iyileşemedi! Bu şubat ayı boyunca okula gidemeyecek, sevgili eşim bize "teğet geçen" şu ekonomik krizin ağlarına takıldı ve işinden oldu, daha ucuz kiraya oturabilmek için terki diyar ettiğimiz eski dairemizin 2 sene önce tuttuğumuz fiyatın da altında tutulduğunu öğrendim! Kızın hastalığına mı üzüleyim, bu krizde işsizliğe mi üzüleyim yoksa bu kadar masrafla taşındığımız evin şu an bize kat kat pahalıya malolduğuna mı? Ne yapayım?
Dün evlilik yıldönümümüzdü, akşam yemeğe çıktık, romantik bir sohbet yerine "ne yapacağız?", "nasıl olacak bundan sonra hayatımız?", "masraflarımızı nerelerden kısabiliriz?", "pazarda limon mu satsak ne?" gibi içinde bulunduğumuz loş ortama uygun düşecek konuşmalarla sonlandırdık gecemizi. Yani yeni yıl başdöndürücü bir hızla, küçük çaplı mutluluklarımıza limon sıkarak girdi hayatımızın bu evresine! Ne diyebilirim ki? Sözün bittiği an...

30 Ocak 2009 Cuma

ISPANAKLI MISIR EKMEĞİ

Nefis bir tuzlu tarifi daha… Alternatiflerini üretmek mümkün. Ben ıspanaklı yapmayı tercih ettim. Harika bir lezzet! Ağızda dağılan yumuşacık bir kek. Fırından yayılarak bütün evi saran iştah kabartan kokular… Kendim yaptım diye değil ama gerçekten enfes bir şey oldu! Afiyetle yemek de bize düştü tabii (:



Hamuru için:
2,5 su bardağı un
1 su bardağı mısır unu
1 su bardağı yoğurt
2 yumurta (bir tanesinin sarısı üzerine sürmek için saklanacak)
1 çay bardağı sıvı yağ (1/2’si tereyağı olacak)
1 paket kabartma tozu
Tuz

İç malzemesi:
1 adet kuru soğan
Yıkanmış ve kıyılmış ıspanak
Karabiber, tuz

Hamurun tüm malzemelerini bir karıştırma kabında yoğuruyoruz ve yumuşak bir hamur elde ediyoruz. Aslında yumurta, yoğurt ve yağ önceden karıştırılırsa daha iyi olur. Sonra beyaz unla birlikte kabartma tozu elenerek eklenir. Son olarak da mısır unu konur.
Diğer taraftan soğanları kavuruyoruz, ıspanakları parti parti içine katıp yumuşayana dek çeviriyoruz.

Hamur iki eşit parçaya ayrılıyor. İlk parça, önceden yağlanmış kalıbın içine döşeniyor ve üzerine ıspanaklı iç konuyor. Bu iç malzemenin üzerine de son kalan hamur iyice döşeniyor ve kenarları iyice sıkıştırılıyor. Böylece hamur fırında kabarırken kenarları açılmıyor. Üzerine de yumurta sarısı sürülüyor. Önceden ısıtılmış 180 derecelik fırında 35 dakika pişiriliyor. Soğuduktan sonra afiyetle yeniyor.
Bir püf noktası: Beyaz unu kabartma tozuyla birlikte mutlaka elemek gerekiyor. Böylece daha puf puf bir kek elde ediliyor.

23 Ocak 2009 Cuma

PATATESLİ POĞAÇA

Geçen gün canım nasıl da poğaça çekti anlatamam. Ay pastaneden mi alsam nerden nasıl yapsam derken evde de bolca patates olduğu aklıma geldi. O zaman patatesli poğaça pişirmek için çok uygun bir zaman diye düşündüm. İnternette kısa süreli bir araştırma yaptıktan sonra Müge hanımın "Hünerli Bayanlar" sitesinde buldum patatesli poğaça tarifini. Aslında herhangi bir poğaça hamurunun içine kavrulmuş soğanla harmanlanmış haşlanmış patatesleri koymak yeterli gibi görünebilir ancak benim elimde hamur için kısıtlı malzeme vardı. Dolayısıyla gerek yumurta, gerek yoğurt, gerek yağ, gerekse un açısından en ekonomik tarifi bulmam gerekiyordu. Müge hanımın tarifi tam aradığım tarifti ve hemen mutfağın yolunu tuttum. Malzemelerimi hazırlamam ile poğaçaları fırına koymam arasında çok kısa bir zaman geçti veeeeeeeee sonuç: İnanılmazdı!! Hem pamuk gibi hem lezzetli hem de ekonomik poğaçalarım oldu, hatta PASTANE POĞAÇALARI! Bir pazar kahvaltısında sofradaki yerleri şimdiden hazır bile (:

İşte tarifi:

Hamuru için:
1 yumurta (sarısını üzeri için ayırın )
2,5 su bardağı un
1,5 çay bardağı yoğurt
1/2 çay bardağı zeytinyağı (tarifte 1 çay bardağıydı ama bana çok göründü)
100 gr. tereyağı
1 paket kabartma tozu
1,5 çay kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı mahlep (inanılmaz bir koku veriyor)


İç malzemesi:
4 tane haşlanmış patates
1 kuru soğan
1,5 çay kaşığı tuz
1,5 çay kaşığı kırmızı tatlı toz biber (tarifte yoktu ben ekledim)

Yoğurt, yumurta beyazı, zeytinyağı, tuz ve eritilmiş soğutulmuş tereyağı iyice karıştırılır. Ardından 2,5 su bardağı un, mahlep ve kabartma tozu bir elekten elenerek karışıma eklenir. Malzemeleri biraz karıştırdıktan sonra hamur oluşuyor ve kolayca yoğrulacak kıvama geliyor. Bu hamur yaklaşık 1 saat oda sıcaklğında bekletiliyor. Bu arada patatesler küp doğranarak yumuşayacak şekilde iyice haşlanır. Diğer taraftan soğan güzelce kavrulur. Patatesler ve soğanlar birbiriyle karıştırılır ve ezilir. Tuz ve kırmızı toz biber de eklendikten sonra iç de hazır olmuş olur. Poğaça hamuru dinlendikten sonra eşit yuvarlaklar halinde bölünür. Bu arada fırın 180 dereceye ayarlı olarak açılır çünkü önceden ısıtılmış fırında pişiyor poğaçalar. Hamur topları avuç içinde biraz açılır ve ortalarına çok fazla olmayacak şekilde iç malzemeden konur (çok malzeme koyunca poğaçayı fırında pişerken patlatıyor ve iç malzeme dışarı taşıyor) sıkıca kapatılır. Hepsi bittikten ve tepsiye dizildikten sonra üzerlerine yumurta sarısı sürülür ve sıcak fırında 35 dakika pişirilir. Afiyet olsun.

3 Ocak 2009 Cumartesi

BU SON OLSUN ARTIK LÜTFEN!

Bugün, bu akşam ve bu gece hastanelerle içiçe geçti gene! Miniğin dün burnu akmaya başladı. Bugün için Bosphorus KBB Hastanesi'nden randevusun almıştım. Bu arada doktorumuz Acun Ilıcalı'nın ağabeyi Ömer Cenker Ilıcalı. Tamamen tesadüf... Teşhisi yine sinüzit oldu ve maalesef yine 14 günlük bir antibiyotik tedavisi verdi. Derken 4-5 gündür karnım ağrıyor şikayetlerine nihayet kulak verdim ve KBB dönüşü Acıbadem Hastanesi acil bölümüne gittik. Orada da muhtemel İYE (İdrar Yolu Enfeksiyonu) ve vajinit teşhisi kondu mu...! İdrar tahlili alındı mı... Bu arada hastanedeyken ateşi de vardı. Bir ölçek Ibufen yani ateş düşürücü ve ağrı kesici verdiler. Bir de bir güzel yıkadılar ki ateşi düşsün... Ardından eve döndük. Akşam 21.00'da antibiyotiğe başladık. (Bu arada ben de antibiyotik alıyorum ve bir 10 gün kadar daha devam edeceğim) Ardıdan da bir ölçek Calpol yani parasetamollü ağrı kesici verdim ki rahat rahat uyusun. Çünkü bugün öğlen uykusundan karın ağrısıyla uyanmıştı, bir de o kadar hastane koşuşturması sonununda epey yoruldu yavrucak. Minik odasındaki gece tavşanını açmadan ve el feneri olmadan uyuyamıyor. Velhaasıl bugün bu koşturmacada ben tavşan lambasını açmayı unutmuşum ve elindeki feneri sönünce panik olmuş karanlıkta, derken ağlayarak kalktı. Önce anlayamadım, kötü bir rüya gördü ya da acaba yine karnı mı ağrıdı derken sağ yanağında bir kırmızılık ortası beyaz bir kabarıklık belirmesin mi!!!? Haydi bakalım yürü yine acile... Çünkü bir ilaca, ki özellikle şüphelendiğim antibiyotik oldu, allerjik tepki veriyor olabilir diye düşündüm. Acilde garip bir nöbetçi bayan doktorla muhattap olduk. Epey bir muayene etti, allerjik tepkime olduğunu düşündüğünü söyledi. Bir ölçek Zyrtec (alerji şurubu) verdiler. Muhtemelen yatmadan önce verdiğim Calpol fazla geldi. Çünkü ondan 2 saat kadar önce zaten Ibufen almıştı hastanedeyken dolayısıyla çok üstüste oldu. Üstüne bir de antibiyotik... Neyse yarın sabah antibiyotiği verdikten sonra tekrar kontrol edeceğim herhangi bir tepkisi var mı diye. Eğer bir şey olmazsa iyi, ama alerji tekrarlarsa o zaman kullandığımız antibiyotiği değiştirmemiz gerekiyor. Bu da zaman kaybetmeden yeniden Bosphorus KBB Hastanesine gitmemiz gerektiği anlamına geliyor ki doktoru ilacını değiştirip başka bir ilaç yazsın! Sabah ola hayrola!!!!!!

2 Ocak 2009 Cuma

SEVGİLİ 2009, POZİTİF BİR YIL OLABİLİR MİSİN?

Yeni yıl geldi bile işte... Nasıl oldu da koskoca 2008 bitti ve yeni bir sene başladı anlayamadım! Zaman bu kadar mı su gibi akar gider. Hatta öyle ki geçen yılbaşı gecesini gayet net hatırlıyorum. Hiç unutmam, ailecek birbirimize hediye ettiğimiz ürünler çifter çifter çıkmıştı da çok gülmüştük (: Neyse... Umarım 2009 bolluğuyla bereketiyle gelmiştir. En önemlisi de sağlıklı günleriyle gelmiştir. Hoş bu yılbaşımız biraz buruk geçti. Benim beta bakterisiyle tanışmış olmam tadımızı kaçırdı açıkçası. Şöyle ki yılbaşı akşamı bile iğne oldum... Allah beterinden korusun diyorum.
Ben yeni yıla girerken sofranın (tabii elimizden geldiğince ve maddi durum elverdiğince) oldukça zengin olmasından yanayım. Eğer sofra zengin bir mönüye sahip olursa yeni yılın bolluk ve bereket getireceğine inanırım. Bu sadece benim kendi içimdeki inanışım. Ancak bu sene hastalığım dolayısıyla yılbaşı gecesinden ümidimi kesmiştim. Kader, kısmet dedim, telafi ederiz diye düşündüm. Ama benim yılbaşından bir gün önce kendimi iyi hissetmemle birlikte sevgili eşimin de yardımıyla bu yılbaşında da güzel bir sofra kurmayı başardık. Yarı hazır aldık, yarı kendimiz halletmeye çalıştık ve sonuçta planladığımız gibi bir gece geçirebildik çok şükür. Hatta çam ağacımızın altı bile oldukça doluydu ((:Yoruldum mu? Evet, ama buna değer. Mutluluğu ve huzuru hissetmek yorgunluğu da unutturuyor insana. Herkese keyifli ve huzurlu bir 2009 diliyorum. Sorunlar hiç eksik olmaz ama bu sorunlara yaklaşımımız ve çözüm arayış tarzımız sorunların ağırlığını değiştirebilir diye düşünüyorum. Yeni yıla, pozitif düşüncelerle merhaba diyorum...