17 Eylül 2011 Cumartesi

Benim de Evrenden Torpilim Var mı Acaba?

Bir önceki yazımda bahsetmiş olduğum "iç ses" ve "dış ses", acaba "benlik" ile "ego"nun arasındaki savaşın sesi mi???? Ne demek istiyorum şimdi ben? Bu aralar Aykut Oğut'un 55. baskısını yapmış olan "Evrenden Torpilim Var" adlı kitabını okuyorum da... Henüz kitabın ilk sayfalarındayım fakat buna rağmen oldukça kafa kurcalayıcı bilgiler edindim. Mesela hep şu cümleyi sarafederiz hayatımızda: "Güvendiğim dağlara kar yağdı!" Meğer bu "kar" öyle kendiliğinden yağmazmış. Meğer bu karın yağmasına neden olan bizmişiz!!!! Ama daha yolun başındayım ve yazarın mesajlarını henüz çözemedim desem yanlış olmaz. İşler biraz karışık. Bir kitapta paylaşılanları hayatınızla kıyaslayarak okumaya çalıştığınızda işin içinden çıkmak kolay olmuyor. Ben bu kuantum teorileri, pozitif enerji hikayeleri, "secret"lar falan filan, direndim.... Direndim... Ancak anlaşlan o ki bu kadar direnç de doğru değilmiş. İşleri çözmeye başlayınca buraya not düşeceğim. Kendimi keşfe çıktım...

6 Eylül 2011 Salı

Hayata Karşı "Us"lu Olmak...

Bunca karmaşa içinden "us"luca çıkmanın bir meziyet olduğunu öğrendim. Etraftaki seslerle içimdeki sesleri bastırmaya çalıştım ama olmadı. İçimdeki ses gittikçe daha da yükseldi. Doğrular, yanlışlar hep kavram karmaşası yaratmış. Kime göre? Neye göre? O halde şöyle bakalım: Bilinmeze doğru yol almak mı? Yoksa elimizdeki fenerle ilerlemek mi? Hangisi doğru olan? İşte seçimler, kararlar, karar mekanizmaları, aralıksız konuşan iç sesler ve onları bastırmaya çalışan dış sesler! Ancak ilk cümlemdeki gibi: Bunca karmaşa içinden "us"luca çıkmanın bir meziyet olduğunu öğrendim...

25 Ağustos 2011 Perşembe

"Gerçeklerle yüzleşmek seni özgür bırakır"...

17 Haziran 2011 Cuma

SONUMUZ HAYROLA, YOLUMUZ ACİK OLA!


Basimizda ne ucusuyor anlamis degilim? Tutsu mu cevirsek, kursun mu doktursek bilemiyorum. Batil inancli degilimdir ama olmali mi bilmiyorum. İspanya Coruna'ya gelmeden once baslayan olaylar sinsilesi buraya gelisimizle de devam ediyor! İnanilir gibi degil ama bu kez de evin icinde merdivenlerden yuvarlandim! Komik gibi olsa da sirtimi feci sekilde basamaklara carptim. Tam bobrek ustu. Ama o an anlayamadim elbette neremi vurdugumu, can havliyle ayaga kalkmaya calistim, belim oylesine aci verici bir bicimde aciyordu ki omur ilik zedelenmesi oldum zannettim ve felc olacagim herhalde dedim. Hayatim film seridi gibi gecti derler ya hani, iste oyle oldu. Bir an minige kim bakacak? Ben ne yapacagim? diye sorular geldi aklima. Bir de yabanci ellerdeyiz, nasil donecegiz? Ucaga binebilecek miyim acaba diye anlik soru yagmuruna tuttum beynimi. Hemen olmasa da birkac dakika sonra buz koyduk. Egilip dogrulamiyordum acidan. En sonunda hastaneye gitmeye karar verdik. Seyahat sigortasi yaptirdigimiz icin en yakindaki yari ozel bir hastaneye yollandik (Santa Teresa Hastanesi). İstanbul'la sigorta hakkinda 1-2 gorusme yaptiktan sonra resepsiyonda kayit yaptirip doktorun cagirmasini beklemeye basladik. Doktor nihayet cagirdi ve muayne etti. Tahmin edilecegi uzere bir idrar (bobrek tarafi oldugu icin idrarda kan var mi diye kontrol etmek icin) bir de rontgen istedi. Rontgenden sonra bir de ultrasona yolladilar oysa doktor trasondan bahsetmemisti. Meger idrarda hafif kana rastlanmis ancak cok onemli degilmis. Neyse nihayetinde tekrar bekleme salonuna gectik ve bir sure sonuclarin cikmasini bekledikten sonra bir kez daha doktorla gorusmek icin odasina yollandim. Cok sukur sonuc bekledigim gibi degildi. İyilesecegimi ancak parasetamol ve ibufen almam gerektigini soyledi. Hissettigim acinin siddetli carpmadan kaynaklandigini belirtti. Rahatlamistim. Hastalik hastasi, pimpirikli ben icin bu gercekten iyi bir haberdi. Su an hala canim aciyor ancak agri kesiciler sagolsun. Bir sure bu sekilde idare edecek gibi gorunuyorum. Umarim aci gun gectikce hafifler ve buralarin tadini daha rahat cikarabilirim. İsin ucunda hemen İstanbul'a donus de olabilirdi bunca badireden sonra...

13 Haziran 2011 Pazartesi

ŞAKA GİBİ...

Başımıza gelenler herhalde pişmiş tavuğun başına gelmemiştir bugün. "Believe it or Not" cinsinden...
Sabah gayet heyecanla kalkıldı yataklardan nihayet uçuş günü gelmişti. Uçuş saati 12.30, yön İstanbul-Madrid, Madrid-Coruna. Saat 10.30'da havalimanında olmakta fayda var. Temkinli olmak gerek değil mi? Gayet vakitlice evden çıkıldı. Az-buz trafik derken 10.15 gibi havaalanına varıldı. Güvenlik kontrolleri, çıkış harcı derken artık kontuar numarasını öğrenmeye gelmişti sıra. Monitörlerde aradı gözler 12.30 Madrid uçuşunu.
12.00 London
12.10 Paris
12.15 Adisababa
12.25 Amsterdam
12.35 Berlin
12.45 Frankfurt....
Eeeeee???????????? Nerde bu 12.30 Madrid?? Hemen danışmaya koşuldu. Bilgisayar sistemi henüz tam açılmadığı için oradan diğer taraftaki danışmaya gidildi. Onlar baktılar bilgisayarlarına ancak uçuşu göremediklerini ve yetkili uçuş firmasıya (Spanair) irtibata geçmemiz gerektiğini söylediler, çünkü alanda Spanair yetkili masası yoktu. Derken başımda mı desem? Kafamda mı desem? Gözlerimde mi desem bilemiyorum şimşekler, ışıklar, ışıldaklar ne tür ışık varsa çakmaya başladı. Tekrar bilete baktığımda da haklı olduğumu gördüm! Meğer bizim uçuş İstanbul Atatürk Havalimanı'ndanmış! Biz ise Anadolu yakasındaki Sabiha Gökçen Havaalanı sınırları içinde değil miyiz?!!!??!!! Aman Tanrım!!!! Böylesine bir hata nasıl yapılır diye kimsecikler sormasın lakin verebileceğim makul ve mantıklı ve akıl sınırlarına girebilecek bir cevabım yok maalesef!!
Saat kaç?? 10.35. Acaba hemen basarak çıksak taaaaaaaaaaa Avrupa yakasındaki Atatürk Havalimanı'na yetişebilir miydik? İstanbulun bu yakaları var ya, illallah gerçekten. Bu bambaşka bir konu. Neyse hemen apar topar binildi arabaya ama daha gişelerden çıktığımızda çok sevdiğimiz ikinci köprümüzün Sultanbeyli'lere kadar uzanmış trafiğinin içine girdik. Dehşet içindeydim gerçekten. Hemen internetten trafik yoğunluğu haritasına baktık ancak tablo hiç iç açıcı değildi. Yani yetişmemize olanak yoktu bu hınca hınçlığın, araba yığınlarının arasında.
Ortada tek bir çare vardı o da gidişi iptal ederek ertesi güne aktarmak. İspanya Spanair arandı. Uçuşumuzu değiştirmek istediğimizi söyledik. Sağolsunlar bizi kırmadılar yarınki aynı saatli uçuşa aldılar bizi!!!!!!! Ama elbette bir karşılığı olmalıydı değil mi? Bugünkü iki kişilik almış olduğum bilet fiyatının 3 aşağı 5 yukarı aynısını taleb ettiler! Bu satırları yazarken hala elim ayağım titriyor. Yani bir gidiş için duble fiyat! Gelirin olmadığı giderin ise padişahlar gibi olduğu bir durum!! Kısacası bir havaalanı yerinde yanılmanın bedelini ağır ödedik. Toplamda ödediğim meblayla bir Uzakdoğu seferine çıkılır hani o kadar... Dikkatsizliğin bedeli mi? Kafa karışıklığının mı bilinmez ama yok böyle bir olay!

P.S: Züürt tesellisi: Yarından sonraki uçuşlarda yer yokmuş olsa bile çok daha pahalıymış. Yarına uçuş bulabildiğimiz için şanslıyız!!!!!!!!!!!!!!

5 Haziran 2011 Pazar

MİHENK TAŞI 2

04.05.2011 tarihinden bu yana tam 1 ay geçti... Ne demiştik? Mihenk taşı... Bir ay geçti, tam 31 gün. Ne değişti? Her şey hala aynı. Sadece uçuşumuza 1 hafta kaldı. Ne olacak halimiz diye dövünmeli mi? Yoksa 2 saniyeliğine açıp ardından kapattığım twitter hesabımda yazdığım gibi çiçek neden dikenli diye üzüleceğimize, dikenin çiçeği varmış diye düşünerek sevinelim mi? Kafalar dolu, karışık, buhrana devam... Stres çözümsüz...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

MİHENK TAŞI

Bugün 04.05.2011, dipte tortu ve yosun olayı devam. Bu tarih bir mihenk taşı olsun. Bundan tam 1 ay sonra yani 04.06.2011 tarihinde nerede? Ne durumda? Nasıl bir haliyet-i ruhiye içinde olacağımıza bakacağız. Tam 1 ay... Yine yer yerinde duruyor, dünya aynı şekilde dönüyor ve biz bahtsızlığımıza yanıyorsak şapkamızı çıkarıp tekrar düşüneceğiz...

2 Mayıs 2011 Pazartesi

SINDRELLA'NIN AYAKKABILARI

2011 ilkbahar-yaz ayakkabı koleksiyonlarında göze çarpan en önemli özellik dolgu topuklar. 80'lerin modası bu ayakkabılar son derece şık tasarımlarla geri dönüş yapıyor ve zarafeti tamamlayan aksesuarların başını çekiyor. Üstelik boyunuz kısaysa daha uzun boylu görünmenizi de sağlıyor. Bacaklar daha estetik bir görünüme bürünürken kıyafetler de daha albenili duruyor. Bol, rengarenk uçuş uçuş bir pantolonun altındaki dolgu topuklu bir ayakkabıyla insan kendine daha bir güvenli dolanmaz mı ortalıkta?

Tüm bu bahsettiğim ekstralar bir kişi için geçerli değil. Eski halk kızı, yeni prenses ve çiçeği burnunda gelin Kate Middelton'dan bahsediyorum elbette. Geçtiğimiz cuma günü masallara yaraşır bir düğünle Prens William ile dünya evine giren Kate, düzgün fiziğiyle de Hollywoood yıldızlarının ışığına gölge düşürüyor adeta. Yukarıdaki kare, prens ve prenses haftasonu gözlerden uzak bir tatil geçirmek üzere helkopterlerine doğru ilerlerlerken fotoğraflanmış. İkisi de "casual" olarak tabir edilen günlük ancak şık bir tarzda giyinmişler. Burada prensesin kıyafetinden ziyade ayakkabıları çok ilgimi çekti. Hem sezonun trendini yakalamış hem de kendine yakıştırmış. Ne kadar da sade ve zarif görünüyor. Sanki prenses değil de sıradan hoş bir bayan. İkisi de çok hoş bir görüntü vermişler doğrusu.

Neyse gelelim ayakkabıya, bu ayakkabının bir benzerini bulabilmeyi çok isterdim. Çok rahat görünüyorlar. Hem topuklu olup hem bu kadar rahatını bulmak kolay değil...

28 Nisan 2011 Perşembe

MAKARNA...

Makarna... En basit yemek mi? Bekar evlerinde yumurta kırma becerisi olmaksızın ocakların üzerinde kaynayan suyun içinde fokurdayan makarna mı? Bir daha düşünmeli bence.



Bu aralar Show TV'de akşamüstleri yayınlanan, orijinali sanırım Avusturalya'dan olan Masterchef Türkiye programında gözüm. Yarışma 3 jüriden oluşuyor. Başlangıçta elene elene 20 kişiye inen ve şu anda 10 kişi kalan yarışmacıların kıyasıya yemek rekabeti ve jüriyi hazırladıkları lezzetlerle etkileme çabaları seyretmeye değer. Ayrıca yarışmacılar herkese nasip olmayacak bir şansa da sahipler: Her çarşamba ve cuma günleri birbirinden başarılı şef jüri üyelerinden yemek dersleri alıyorlar. Biz izleyiciler de büyük bir keyifle not ediyoruz orada şeflerin anlattığı püf noktaları. Yarışmacılardan hangisi yemek konusunda merekeli ve mutfak çalışmasında dayanıklı çıkarsa o kazanacak.




Şimdi bu konuya nereden geldim? Şuradan; her pazartesi yarışmacılara o gün yapacakları yemeklerin ana malzemesini veriyorlar, yarışmacılar da 1 dakika gibi kısa bir sürede stüdyodaki yok yok olan markete girip ana malzemeyle oluşturacakları lezzetin yan ürünlerini alıp çıkıyorlar. Bugüne kadar patlıcandan, enginara, dana pirzolaya kadar pek çok ana malzeme sunuldu. Ben de hep içimden ah ah diyordum, bir de makarna verseler keşke ana malzeme olarak. Neden mi? Çünkü bence makarna tam bir hüner istiyor. Hem pişirilmesi hem sosları olarak... Ve lezzeli bir makarna tutturmak her baba yiğidin harcı değil. Ve nitekim dediğim oldu, geçen hafta makarnaydı ana malzemeleri. Çeşit olarak da spagetti. "Aaaa ne kolay, çok ballılarmış canım..." denilebilir ilk başta. Ve fakat olay hiç de öyle gelişmedi. Bir kere bir çoğu ki makarna yapma özürlü benim bile yapmadığım bir işlem olan spagettiyi tam ortadan ikiye bölme gafletinde bulundular. Tabii ki jüri üyelerinin gözünden kaçmadı bu ayrıntı. Bu kadar basit olarak düşünülen spagetti pişiriminde çuvalladı yarışmacılar. Dediğim gibi makarna yapmak bebek işi değil.




Bence makarna tam da "şeytan ayrıntıda gizlidir" dedirtecek türden bir öğün. Detaylarla zenginleşen, ayrıtılarla bütünleşen, türüne göre doğru zamanlamayla pişmiş bir makarna tabağına kim hayır diyebilir ki?...

27 Nisan 2011 Çarşamba

BULANIK BİR DİP

Evet, şükretmeli... Ama bazen öyle bir an gelir ki şükretmek bile yeterli olmayabilir... Derler hep; her inişin bir çıkışı vardır, her gecenin bir sabahı vardır, her dibe vuruşun bir yukarı çıkışı vardır... Vardır elbette ama biz bu varsayılan dipte yosun mu tuttuk acaba???

26 Nisan 2011 Salı

BİR BİLEN NE DEMİŞ?




"İnsanların kötü olduklarını görmek beni şaşırtmıyor, fakat bu yüzden hiç utanmadıklarını görünce, hayretler içinde kalıyorum..."

Goethe

24 Nisan 2011 Pazar

NEBAHAT ÇEHRE Mİ? MELISSA LEO MU?


27 Şubat 2011'de 83.'sü düzenlenen Oscar töreni her ne kadar silik geçmiş olsa da ödüllerin hakkıyla dağıtıldığını düşünüyorum. En iyi örnek de Melissa Leo'nun The Fighter filmiyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alması. Kırmızı halı geçidi de bence törenden daha renkli görüntülere sahne oldu. Klasik bir olay halini alan kırmızı halıda en çok ilgimi çeken isim Melissa Leo'ydu. Aslında o ana kadar adını hiç duymamıştım (ne utanç verici). Kendisi 1960, New York doğumlu. Tam 51 yaşında ve törende üzerine oturan, yaşıyla orantılı tasarlanmış o kadar hoş bir elbise giymişti ki gerçekten çok beğendim. Biraz araştırdıktan sonra kıyafetinin Marc Bouwer imzası taşıdığını öğrendim. Üzeri minik aynalarla süslenmiş (hiç abartılı olmamış), dantelden bir elbise... Gerçekten çok hoş durmuştu. Üstelik ödülü aldıktan sonra aynalar daha bir ışıl ışıl parlıyordu sanki. Göğüs dekoltesi de yine yaşına orantılı olarak oldukça ölçülü bir biçimde düşünülmüştü. Tek kelimeyle muhteşemdi! Bu arada filmi henüz izleyemedim ancak bir kaç kare görme şansım oldu. Başrollerini Marc Wahlberg ve Amy Adams gibi ünlü isimlerle paylaştığı The Fighter filminde sanki kırmızı halıda uçuş uçuş yürüyen Leo değildi. İnanılmaz bir değişim ve tam anlamıyla rolüne bürünme... İşte bu dedim. Her yönüyle muazzam bir oyunculuk. Şimdi bunun üzerine yukarıda koymuş olduğum Nebahat Çehre fotoğraflarının nedenini açıklayabilirim: Bizde oyuncular neden hiç değişmez hem sokakta, hem evde, hem medyada, hem dizilerde, sinemalarda aynı fiziki görüntüye sahip olurlar? İşte bakın soldaki Nebahat Çehre, bir magazin programında kendi haliyle görülüyor. Sağdaki Nebahat Çehre ise kanal D'nin geçen sezon reyting rekorları kıran Aşk-ı Memnu dizisinin setinden bir görüntü. Allah aşkına ikisi arasında ne kadar fark var? Hiç... Biri Nebahat Çehre diğeri ise Firdevs Yöreoğlu. Bu durum sadece Nebahat Çehre için geçerli değil, genelde bütün Türk oyuncular için özellikle bayan oyuncular için geçerli. Mesela Özgü Namal, mesela Tuğba Büyüküstün, mesela Hazal Kaya, hepsinin tipi tüm oyunlarda aynı, ne saç biçimleri değişmiş ne de saç renkleri... Neden yabancı oyuncular bir sinema filmi ya da televizyon dizisinde rolleri gereği bambaşka bir görünüme girerler de biz de böyle olmaz anlayamıyorum... Herhalde "Image Maker"ların işi ne diyebilirim ki?

12 Mart 2011 Cumartesi

AC KAPA AC KAPA VAR Mİ ANLAYAN?

Valla anlamiyorum bloguma bir giriyorum bir giremiyorum. Hah cepten tamam diyorum aaaaaa bir de bakmissin yine olmuyor olmuyor yine olmuyor??? Nasil is bilen ya da anlayan? Su an cepten yaziyorum acaba laptopumdan calisir mi bilmiyorum? Blog isinden para kazananlarin durumlarini dusunmek bile istemiyorum! Ne feciiiii! Ozgurluk mu dediniz? Nerede? Ozgurluk, baskalarinin ozgurlugunu kisitlamadigimiz surece vardir! Yoksa yaniliyor muyum?