10 Kasım 2012 Cumartesi

10 Kasım...



ATAM,

ARAMIZDAN AYRILDIĞININ 74. YILINDA SENİ ANIYORUZ BUGÜN YİNE. YALNIZCA BUGÜN DEĞİL, NEFES ALDIĞIMIZ HER ANIMIZDA SEN VARSIN. BİZLERE ÖĞÜTLEDİĞİN GİBİ SENİN YOLUNDA GİTMEYE ÇALIŞIYORUZ, BİZE GÖSTERDİĞİN DOĞRU YOLDA SENİN IŞIĞINLA İLERLEMEYE ÇALIŞIYORUZ HİÇ YORULMADAN. GELECEK NESİLLERE SENİN FİKİRLERİNİ, SENİN SÖZLERİNİ, SENİN HAYATINI, SENİN KİŞİLİĞİNİ ANLATMA GAYRETİ İÇİNDEYİZ. MERAK ETME ATAM, SENİ GÖRMEMİŞ OLMAMIZ SENİ ANLAMADIĞIMIZ ANLAMINA GELMİYOR. BUNCA ZORLUKLAR İÇİNDE KURDUĞUN CUMHURİYETE SAHİP ÇIKACAĞIMIZA SANA SÖZ VERİYORUZ. SEN RAHAT UYU ATAM. HUZUR İÇİNDE UYU.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Yaşasın Cumhuriyet!



ULU ÖNDER MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN BUNDAN TAM 89 YIL ÖNCE BİZE ARMAĞAN ETTİĞİ CUMHURİYET'İ KUTLUYORUZ BUGÜN! YALNIZCA BUGÜN DEĞİL HER ZAMAN CUMHURİYET'İN ANLAMINA TEKRAR TEKRAR BAKMAK, ONU İYİCE KAVRAMAK VE UYGULAMAK EN ÖNEMLİ MİSYONLARIMIZDAN. HEPİMİZİN 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI KUTLU OLSUN! 

17 Ekim 2012 Çarşamba

Damla Çikolatalı Kurabiyeler

Klasik bir kurabiye tarifi... Kahvenin, çayın yanına ağızda dağılan damla çikolatalı kurabiyeler... Çay saatlerinde, tadından ziyade görüntüsüyle sükse yapacak bu kurabiyeleri çocukların da çok seveceği garanti. Damla çikolataları üzerine tek tek yerleştirmenin dışında çok fazla zorlamayan yapımıyla kurabiye kavanozunda yerini alabilecek bir tarif...

Malzemeler:
3,5 su bardağı un
125 gr. tereyağ (oda ısısında)
1,5 su bardağı pudra şekeri
2 yumurta
1 paket vanilya 
1 paket kabartma tozu
1 çay bardağı damla çikolata

Yapılışı:
Un ve tereyağ parmak uçlarıyla yoğrularak homojen bir kıvam elde edilir. Bu karışıma pudra şekeri ve ardından sırasıyla yumurta, vanilya ve kabartma tozu da eklendikten sonra yoğurma işlemi başlar. Mümkün mertebe yumuşak ama ele yapışmayacak bir hamur elde etmek gerekiyor. Yoksa tıkız ve sert bir kurabiye olur. Normalinden yumuşak gelse bile un ekleyerek yoğunlaştırmayın. İçerisinde tereyağ bulunduğu için buzdolabında 10-15 dakika dinlenmesi hamurun toparlanmasını ve daha bir katılaşmasını sağlayacaktır. Bu arada fırını önceden 180 dereceye ayarlamakta fayda var. 
Buzdolabından çıkmış kurabiye hamurundan ceviz büyüklüğünde parçalar koparılarak yuvarlaklar yapılır ve yağlı kağıtla kaplanmış fırın tepsisine dizilir. Sıra süslemede... Damla çikolatalar, hamurların yüzeyine  istenildiği miktarda tek tek yerleştirilir. Son olarak tüm hamurlar, parmak uçlarıyla biraz bastırılır. Kurabiye hamurlarının fırında geçireceği süre 15 dakika. Daha fazla kalırlarsa gevrekleşirler ve istenilen kıvamda olmazlar. Fırından çıkınca pişmemiş gibi görünseler de dert değil, soğurken katılaşacaklar, merak etmeyin! Afiyet olsun. 

11 Ekim 2012 Perşembe

Organik Sebze Tabağı



Bugünkü etkinlik çalışmamızı buradan paylaşmak istedim çünkü ortaya çıkan sonuca ben bile inanamadım! Bu sebzeler havayla temasa geçtiğinde kurumayan hamurdan yapıldı. Creall Super Soft kurumayan modelleme hamurlarının en önemli özelliklerinden biri mumsu bir görüntüye sahip olması. Dolayısıyla ortaya çıkan eserler üzerini hafifçe ovduktan sonra tatlı bir parlaklık kazanıyor. Ayrıca glüten içermediği için de çocuklar için çok güvenli. Hani çocukken mum yaktıktan sonra yumuşayan parçacıklarla oynardık. İşte kıvamı tam öyle. Oynaması, şekilden şekle sokması çok eğlenceli ve çok basit. Üstelik renk karışımı yapmak çok keyifli çünkü çok canlı tonlar elde etmek mümkün. Haydi şimdi hiç vakit kaybetmeden yaratıcılık ve hayal gücünün eşliğinde kurumayan esercikler yapmaya...  

Bu yazının tarihi aslında 7 temmuz 2012 idi ancak az önce yaptığım iş güzarlık sonucu yazıyı blog'tan sildim!!!!!! Yanlışlıkla tabii!!! Ve deminden beri de nasıl geri getirebileceğimin araştırmasını yaparken nihayet yardımcı bir yazı buldum. 
Sizin de aklınızda olsun, yanlışlıkla bir yazınızı silerseniz google'dan blogunuzu aratın konu başlığıyla birlikte ve yan tarafında çıkan oka dokunun, blogunuzda yazdığınız o sayfa çıkıyor ve yanında "cache" tuşu beliriyor, "cache" a tıklayınca silmiş olduğunuz sayfanızı karşınızda buluyorsunuz. Google'da arama yaptıktan sonra doğrudan konuya tıklamayın, sinir bozucu bir şekilde "bu yazı silinmiştir" ifadesi çıkıyor. Önbelleğe alınmış olana basın mutlaka. Uffffff ucuz atlattım!!!


İspanyol Omleti: Tortilla

"Empanada"dan sonra yine İspanya'dan nefis bir atıştırmalık daha: Tortilla! İspanya'nın Basque ve Catalan bölgelerindeki "tapas" kültürünün baş yiyeceklerinden biri olan tortilla, doyuruculuğu ve lezzetiyle çok acıktığımda midemde çalan zilleri susturabiliyor. Tortilla'nın ana malzemeleri yumurta, soğan ve patates. Bunların yanına ıspanak, mantar, somon füme, jambon gibi değişik malzemeler de eklenebiliyor. Tortilla'yı İspanya'daki bilimum marketlerde soğuk dolaplarında vakumlu paketler içinde bulmak mümkün. Öğle yemeği için son derece pratik bir atıştırmalık. Yanına bir de salata ile tam bir öğün.  İster soğuk, ister sıcak, ister sandöviç içinde tüketilebilen tortilla'yı bazı "cafe"lerde bizim tabirimizle meze İspanyollar'ın tabiriyle tapas niyetine kürdanlara saplanmış minik minik küpler halinde getiriyorlar masaya. Kahvenin yanına değil ama içki kültürüyle gayet keyifli oduğunu söyleyebilirim. 


Malzemeler:
5 adet patates
4 adet yumurta
2 adet irice soğan
İyi kalite sızma zeytinyağı
Tuz, isteğe bağlı karabiber

Yapılışı:
Patatesler küp küp, soğanlar da jülyen bir biçimde doğranıyor. Ben malzemeleri ikiye ayırmaktan yanayım. Böylece daha iyi kızarıp pişiyor. Önce bir grup patates ve soğanlar kaliteli sızma zeytinyağ ile yağlanmış yapışmaz bir tencereye atılıyor. Orta ateşte çevire çevire soğanlar iyice kızarana ve patatesler de renk değiştirene kadar pişiriliyor. Onlar bir kenarda beklerken diğer grup patates ve soğanlar atılıyor yine aynı tencerenin içine. Tüm malzemeler güzelce pişip hazır olduktan sonra bir kenarda soğumaya bırakılıyor. Bu arada büyük bir kasede yumurtalar iyice çırpılıyor. Soğumuş olan patatesli-soğanlı karışım yumurtaların içine atılıyor, yaklaşık 10 dakika kadar patateslerin yumurtayı emmesi bekleniyor. Tuz ve isteğe bağlı karabiber bu arada atılabilir. 10 dakikalık beklemenin ardından da tüm karışım önceden yağlanmış ve altı açılmış olan patates ve soğanların kavrulduğu tencerenin içine  boca ediliyor. Bu noktada zaman çok önemli: 4 dakika bir yüzü, 4 dakika diğer yüzü pişiriliyor. Bu süre aşılırsa maalesef omlet çok çabuk yanıyor. (Ters düz etmek de hünere bağlı, büyük bir tabak yardımıyla yapılabilir) Kısacası iyi bir sonuç için ocağın başından ayrılmamak gerekiyor. İşte İspanyol omleti olarak bilinen Tortilla,  günün her anı tüketilmek ve açlığı bastırmak üzere hazır. Afiyet olsun...

28 Eylül 2012 Cuma

Çikolatalı Mus (Mousse au Chocolat)


Yazın, çilek hiç sevmememe rağmen minik için özel çilekli mus yapmıştım. Blog’ta da paylaşmıştım. Mevsime uygun lezzetler, dokular ve taze tatlar, damaklarda daha hoş bir etki yaratıyormuş gibi geliyor bana. Zaten tüm meyve ve sebzeler de mevsimsel değil midir? Hoş artık her sebze ve meyve her mevsim karşımıza çıkar oldu manav reyonlarında. Hatta hatırlarım, ilkokul 2. sınıf mıydı, 3. sınıf mıydı, hangi sebze meyvenin hangi mevsim yendiğini öğrenmiştik altını çize çize… Ama gel gör ki şimdi kafam tamamen karışmış durumda… Mesela patlıcan, kabak hangi mevsimdi? Yaz gibi geliyor ama acaba kış mı??? Brokoli? Muz? Neyse bu konulara hiç girmeyeyim en iyisi…

Mustan söz açılmışken bu kez de kış mevsimi için uyumlu olacağını düşündüğüm çikolatalı mus tarifini paylaşmak istiyorum. Bir Fransız klasiği olan çikolatalı mus, soğuk kış akşamlarında, televizyonda en sevdiğimiz diziyi izlerken süper bir lezzet arkadaşı olacak emin olun (: İçerisine arzu edilirse 1-2 damla rom aroması ya da gerçek rom katılırsa belki sıcak tutma açısından daha etkili olabilir. Benim vereceğim tarifte alkol yok. Bol çikolata var!!!!! Mmmmmmm…

Malzemeler:
6 adet buzdolabında soğutulmuş bardak (tarifin özü denilebilir)
200 gr. bitter çikolata ( 2 x 80 gr. paket çikolata + ½ paket çikolata)
2 adet yumurta
¼ paket tereyağı (60 gr. kadar)
1 paket taze krema
1,5 yemek kaşığı şeker (mümkünse esmer şeker)

Yapılışı:
Öncelikle bardaklar iyice soğumaları için buzdolabına yerleştirilir. Çikolatalar çelik bir tencere içerisine parçalanır. Bu kap, içi kaynar su dolu bir başka bir çelik tencerenin içine konur (Benmari usülü). Üzerine de tereyağı atılır. Bu arada ocağın altı açık olmayacak. Kaynar su çikolata ve tereyağını eritecektir. Dikkat: Çikolatanın pişmemesi gerekir. Piştiği zaman içerisindeki şeker kristalize olur bu da tatlınızın daha baştan fiyaskoyla sonuçlanacağının garantisi! Diğer taraftan krema sertleşinceye kadar çırpılır (hiç yılmadan uzun bir süre çırpılması gerekiyor). Krema, ister inanın ister inanmayın başlangıçta koyduğunuz miktarın iki katına ulaşacak. Bu arada 2 yumurta şekerle birlikte iyice çırpılır ve köpürtülür (bu işlem de biraz meşakkatli, uzun sürebilir). Yumurtalı karışımın üzerine krema ve benmari usülü eritilmiş çikolata boca edilir. Karışım havalandıra havalandıra yavaşça karıştırılır. Eğer hızla karıştırılırsa köpükler söner ve mus yapmış olmanın hiçbir anlamı kalmaz. Son olarak da buzdolabındaki buz gibi bardakların içine dökülür ve servis anına kadar tekrar buzdolabına konur.
Afiyet olsun.  

Not: Aslında bu tarif Jamie Oliver’a aittir, bilginize (: 

21 Eylül 2012 Cuma

ГРЕЧКА (Greçka)

Bugün bir tahıl ürününü tanıtmak istiyorum: "Greçka". Ben onu Rus tahılı olarak tanıdım. Aslında Rusya dışında Ukrayna, Kuzey ve Doğu Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya ve Çin’de de yetiştiriliyormuş. Bizim bulgurla çok benzeşiyor. Karabuğdaydan elde ediliyor. Greçka’yı ilk kez Kazakistan’da tanımıştım. Üçgen prizma şeklindeki taneleri çok ilginç gelmişti doğrusu. Hakkında biraz araştırma yaptıktan sonra bu küçük üçgen tanelerin sağlığa ne kadar çok noktada faydalı olduğunu gördüm. Greçka nam-ı diğer karabuğday, nelere nelere iyi geliyormuş bir bakalım:


- Bir kere, içinde gluten olmadığı için çölyak hastalarının çekinmeden tüketebileceği bir yiyecekmiş.


- Kan şekerinin kontrolünde önemli bir rol oynadığı için şeker hastaları için de favori bir gıdaymış.


- Greçka, gün boyu yaşattığı yoğun tokluk hissiyle diyet yapanlar için ideal bir tabak yemekmiş.


- Kötü kolestrolün düşmesinde önemli bir etkiye sahip greçka, protein açısından da oldukça zenginmiş, üstelik yağ içermiyormuş.


- Kalp rahatsızlıklarına ve kansere karşı da yüksek koruyucu bir güce sahipmiş.


- Kabuğunda bulunan potasyum, magnezyum, demir, fosfor gibi vitamin ve mineraller yüksek tansiyon ve kansızlık gibi rahatsızlıklardan muzdarip insanlar için çok faydalıymış. Sindirim sistemindeki pozitif etkilerinin de tartışılmaz olduğu belirtiliyor yapılan açıklamalarda.


Peki bu faydaları say say bitmez tahılı nerelerde bulacağız? Maalesef her ne kadar marketlerde bulunur yazılarıyla karşılaşsak da oralarda yok. Hatta ben Türkiye’de bile satışı olmadığını düşünüyordum. Fakat internette biraz aradığımda karşıma 1-2 tane online alışveriş sitesi çıktı. Oralardaki ismi greçka olarak değil karabuğday olarak geçiyor. Ancak ikisi de aynı tahıl. Sanırım buralardan siparişle greçkayı mutfağınıza davet edebilir ve güzel bir et yemeğinin yanında servis edebilirsiniz.


Bu arada unutmadan nasıl pişirildiğinden de bahsedeyim hemen. Çok basit ve kısa bir pişirme süreci var. Bir ölçek greçka (yıkamaya gerek yok) tencereye döküldükten hemen sonra üzerine 1,5 ölçek sıcak su ve bir çay kaşığı kadar tuz ekleniyor. 2-3 dakika sonra ateşin altı kısılıyor ve 10 dakika sonra da ateş tamamen kapatılarak pilav bildiğimiz diğer pilavlar gibi demlenmeye bırakılıyor. Biraz lezzetli olsun isteniyorsa ocak söndürüldükten sonra bir parça tereyağ da eklenebilir. Ben greçkayı yoğurtla yemeye bayılıyorum ama sade olarak da yenebilir elbette. 

*приятного аппетита!



*Okunuşu "priyatnova apetita": Rusçada afiyet olsun demek! (:


19 Eylül 2012 Çarşamba

Kıvanç Tatlıtuğ ve "Kuzey Güney"

Yok yok yok …. Daha fazla dayanamayacağım…. "Gümüş", "Menekşe ile Halil", "Aşk-ı Memnu", araya sıkışmış "Ezel dizisindeki 8 karakteri" ve şimdi de Kanal D ekranlarında her çarşamba seyirciyi ekrana kilitleyen dizi "Kuzey Güney"de Kuzey Tekinoğlu... Bu nasıl bir oyunculuk? Bu nasıl rolüne sahiplenmek? Bu nasıl bir enerjiyi seyirciye geçiriş?? Bu nasıl o karakterden çık bu karaktere gir ruhu? Bu nasıl bir meslek aşkı? Bilmiyorum… Kendisi daha iyi bilir… Yok “sokaklar” arasında ezilmiş, yok “yüzyıllar” arasında kalmış… Hiiiiiç önemli değil!! Reytingleri ez geç! Oyunculuk mu? İşte budur! Son nokta!!! Bence gelmiş geçmiş en iyi “Drama Oyuncusu” Kıvanç Tatlıtuğ! (sanırım bu yazıdaki tüm cümleler ünlem işaretiyle bitecek)! Seni ayakta alkışlıyorum Kıvanç! Tarif için kelime bulmakta güçlük çekiyorum! Özellikle birilerine benzetme konusuna hiç girmiyorum! Çünkü şu koskoca Türk dizi ve filmleri piyasasında alternatif bulamıyorum açık söyleyeyim! Zaten belli kalıplara sokup çıkartmaktan yana hiç değilim! Bir rolün karakterinin enerjisi beyaz ekrandan evin içine nasıl capcanlı, dipdiri girebilir? Örnek veremiyorum bile!! Sen bu diziyi tek başına sırtında mı taşıyorsun nedir???? Türk sinemasının köklü aktrisleri olan Zerrin Tekindor, Hale Soygazi’ye haksızlık etmek istemiyorum elbette. Ancak dizinin adı üzerinde “Kuzey Güney”… Buğra Gülsoy da çok başarılı. “Fatmagül’ün suçu ne?”deki Vural karakterinden hop diye çıkıp Güney Tekinoğlu karakterine bürünmek kolay iş değil elbette… Amaaaaa Kıvanç Tatlıtuğ yüreğinden, ruhundan gelen oyunculuk yeteneği ile tüm dizinin lokomotifi olmuş durumda!!!! (Bol ünleme devam) Umarım sınırlar sadece Türkiye içerisinde kalmaz. Umarım yurtdışında da başarılı projelere imza atar. Kendisini zaman zaman izlerken Amerikan menşeli bir dizinin ya da filmin karesi içerisinde hayal ediyorum ve o kadar çok yakışıyor ki!!!!! Tanrı “yürü ya kulum” demeye görsün. Beyaz cam nelere kadir hepimiz şahit olacağız diyorum ve burada noktayı koyuyorum.

16 Eylül 2012 Pazar

Daruma Bebekleri

Bu yazıyı çok çok yüksek makamlardan (eşimden) gelen istek üzerine yazıyorum ((: O kadar çok düşündüm ki başlayana kadar… Acaba dedim yazısı da yapımı kadar uzun sürer mi? Dile kolay tam 10 gün! Veeeee işte karşınızda Daruma bebeklerimiz (: %100 “Hand Made”!! Her bir detayı ayrı emek. Bebekleri hazırlarken kullanılan teknik, “papier mâché” olarak bilinen kâğıtlardan hamur yapma metodu. Daruma Bebeği yapımında kullanılan ana malzemeler ise; kağıt, sulandırılmış ahşap tutkalı ve renklendirme için akrilik boya. Papier mâché tekniğinde kâğıtlar tek tek tutkala bulanarak bir balonun üzerine yapıştırılıyor. Her kat için 1 gün kuruma süresi verildiğini düşünürsek ve ne kadar çok kağıt o kadar sağlam maske formülünü göz önüne alırsak düşünün işte kaç gün sürdü (: Kafa modelini elde ettikten sonra da sıra astar boyaya geliyor. O da kuruması beklenerek devam ediliyor. Sıradaki adım ise artık makyaj oluyor. Daruma Bebeği, kurallarına ve orijinal renklerine uygun olarak boyanıyor ve tek gözünün gözbebeği boş bırakılıyor (bunun nedenini hikayesinde anlatacağım). Yapımı uzun ve zahmetli bu bebekleri bitirdikten sonra ortaya çıkan sonuç sanırım bu emeğe değiyor!
Bu kadar uzun girizgâhın ardından bu Daruma Bebekleri’nin hikâyesini anlatsam fena olmayacak (: Neden bu zahmete girildi? Neden bu kadar sabır gösterildi hikâyeden sonra daha bir ortaya çıkacak sanırım (: 

Uzakdoğu beni felsefesiyle, dini inanışlarıyla cok etkiliyor. Son derece saf ve temiz bir anlayışla yaşıyorlar dinlerini. Geleneksellikten asla uzaklaşmadan... Ve işte bu düşüncemi doğrulayıcı nitelikteki hikaye de geliyor; Dharma Bebek olarak da bilinen Daruma Bebek, Japon inancına göre azim ve iyi şansın sembolü. Bu isim 5. ve 6. yüzyıllar arasında yaşamış Budizm'i kuran Hintli Budist Keşiş Bodhidharma'dan geliyor. Efsaneye göre bu rahip kendisini dokuz yıl boyunca bir mağaraya kapatmış ve huzura erişebilmek için uzun yıllar boyunca orada sadece duvara bakarak meditasyon yapmış. Rahip, meditasyon esnasında el ve ayaklarını kullanmadığı için bu uzuvlarını ve maalesef gözlerini kaybetmiş. Bir başka efsaneye göre de Bodhidharma yine mağarada 9 yıl boyunca uyuya kalmış. Uyandığında ise kendine çok öfkelenmiş. Bir daha uyumamak için göz kapaklarını kesmiş. Her iki efsane de oldukca etkileyici ve meditasyonun gücünü gösteren hikayeler. 

Daruma Bebekleri'nde kırmızı rengin önemi çok büyük. Bu renk, yüksek rütbeli rahiplerin giydiği kırmızı cüppeden geliyor. 1600-1868 yılları arasında kırmızı rengin çiçek hastalığıyla bir bağlantısı olduğuna inanılıyormuş. Daruma'nın kırmızısının da bu hastalığın iyileştirilmesinde önemli bir rol oynadığı düşünülüyormüş. Günümüzde Japonya'da çiçekhastalığı Tanrısı'na adanmış pek çok  kırmızı sunak bulunuyor. Daruma kırmızısının Tanrı'yı sakinleşirdiğine ve salgın hastalıkları uzak tuttuğuna inanılıyor. Hatta eski zamanlarda salgın hastalık olan evlerin önüne kırmız renkli kağıtlardan şeritler çekilirmiş ki o evde salgın bir hastalık olduğu bilinsin. Bir çeşit karantina altına almak gibi. Daruma Bebekleri de hastaya hastalığı atlatmasında güç vermesi için kullanılırmış.  


Bu kolsuz, bacaksız, kırmızı, siyah ve beyaza boyanmış “papier mâché” tekniğiyle yapılmış bebeğin içine büyücek ve ağır bir bilye yerleştirildiğinde, bebek kaç kere devrilirse devrilsin ayağa kalkar (yıkılmadım ayaktayım misali). Aslında bizim hacıyatmaz dediğimiz oyuncaklar gibi. Japonca'da bu hacıyatmaz tarzı bebeklere "Okiagari" deniyormuş. Japonca'da "Oki" ayağa kalkma, "agari" ise yeniden doğuş anlamına geliyormuş. Bebeğin bu özelliği sıkıntıları ve talihsizlikleri aşarak başarıya ulaşmayı sembolize ediyor. Bu inanış ışığında da Daruma Bebekleri değişik hedef veya dileklerin gerçekleştirilmesi amacıyla da kullanılmaya başlanmış. Bu nedenle bebeğin tek gözü dilek dilenirken ya da ulaşılmak istenen hedef belirlendiğinde diğer gözü ise dilek gerçekleştikten sonra boyanıyor. Her inişin bir çıkışı vardır öğretisinin unutulmaması ve tutulan dileğin akıldan çıkmaması için bebek mutlaka göz önünde bir yere konuyor. Yeniyıl geldiğinde tüm Daruma Bebekler geleneksel yakma töreni için satın alındıkları tapınaklara geri getiriliyor. Senede bir kez yeniyılın ertesi günü yapılan Daruma Kuyo olarak bilinen törende Japonlar, Daruma Bebekleri'ne şükranlarını sunarak onları tapınağa karşı ters çeviriyorlar ve gelecek yıl için yeni bebekler satın alıyorlar. Diğer bütün eski Daruma Bebekler ise aynı anda tapınakta yakılıyor. 


İşin özüne baktığımızda Daruma, bizdeki adak adamayla benzer özellikler gösteriyor. Bakalım bizim Darumalar hedeflerimize ulaşmamızda rol oynayacak mı? Ve bakalım diğer gözleri ne zaman boyayacağız? Resimdeki 3 Daruma da ayrı ayrı dilekler için özel olarak yapıldı. Ne mi dilendi? Maalesef söyleyemem.... Ama gerçekleşirse buradan paylaşacağıma söz veriyorum!!!!! 

 

14 Eylül 2012 Cuma

Dereotlu Peynirli Kek

Bu kek, ben küçükken annemin bize okuldan eve geldiğimizde en çok yaptığı kekti. Kızarmış peynirin ve dereotunun keskin kokuları okul dönüşlerimde bana o kadar huzur verirdi ki... Daha kapıyı çalmadan annemin bu keki pişirdiğini apartmanın içine yayılan kokulardan anlardım. Hele hele misafir olduğu günler benim için tam bir bayramdı. Çünkü akşamüstü eve dönüşte misafirlerden kalanlarla leziz bir tabak hazırlar ve çay eşliğinde tıka basa karnımı doyururdum. İşte bu dereotlu kek annemin misafir mönüsünde her zaman yer alırdı. Benim için tüm hamur işleri bir yana bu kek bir yanadır. Çocukluk günlerime götüren tek tariftir ve dolayısıyla da annemden öğrendiğim ilk tariftir. Bu kekin Rusya Ekaterinburg'ta da bir anısı var. Bilenler bilir, oralarda dereotu bulmak çok zordur. Neredeyse dal dal satarlar tüm otları. Ben de bir gün buluvermiştim şans eseri 1-2 dal dereotu. Ne yapayım diye düşünürken aklıma hemen bu kekin tarifi geldi. Güzelce pişirdikten sonra eşime de bir paket yapıp işe götürmesi için yanına vermiştim. Aman ne sükse yapmıştı oralarda. İş yerindeki tüm Ruslar tarifini almışlardı. Ancaaaaaak, ne derler hiç bir usta tarifin tamamını vermezmiş ((: Şimdi yanlış anlaşılmasın sakın, ben bu blogda yazdığım tarifleri yarım yamalak yayınlamıyorum ya da gizli bir malzemesini cebime atmıyorum. Tüm tarifler orijinalindeki gibi, evde birebir uyguladığım tariflerdir emin olun, ferah olun...
Artık tarife geçme zamanı...

Malzemeler:
3 adet yumurta
2 su bardağı un
2 su bardağı yoğurt
1 paket kabartma tozu
125 gr. oda ısısında tereyağ
200 gr. beyaz peynir
Yarım demetten biraz az dereotu

Yapılışı:
İşe önce keki pişireceğiniz kalıbı yağlamakla başlayın. Kalıbı iyice yağladıktan sonra içini unlayın. Böylece kek kaba yapışmayacak. Fırını da nceden 180 dereceye getirin. 
Şimdi sıra malzemeleri karıştırmaya geldi. Büyükçe bir kabın içine yumurtalar kırılıyor. İyice çırpıldıktan sonra yoğurt, tereyağ, peynir, dereotu, un ve son olarak da kabartma tozu ekleniyor. Tüm malzemeler iyice karıştırılıyor ve kek kalıbının içine dökülüyor. Ve doooğruuuu fırına, 180 derecede 40-45 dakika pişmeye. Keyifli sohbetler eşliğinde çay saati için çok iyi bir fikir gibi, ne dersiniz? Afiyet olsun (:

13 Eylül 2012 Perşembe

¡ Medianeras

Gerilim ve korku filmlerine bayılırım, hem de küçüklüğümden beri. Bu sene yaz akşamları televizyonda seyredecek kayda değer bir program olmadığı için (eehh diziler de tatilde) çoğu korku ve gerilim filmi olmak üzere o kadar çok film izledim ki... Sanırım tüm arşivi tükettim ve seyretmediğim korku filmi kalmadı gibi (vampirliler ve saçma konulu olup başı sonu olmayanlar hariç). Geçen akşam da ne izlesem diye bakınırken birden bir Arjantin filmine denk geldim. Ve şöyle diyebilirim; bu sene seyrettiğim en iyi film Oscar'ını almaya hak kazandı!!!! İsmi Medianeras. Baş rollerini Javier Drolas ve Pilar López de Ayala oynamış. Ellerine sağlık, nefis oyunculuk çıkarmışlar. Filmin cast'i neredeyse sadece ikisi denebilecek kadar az oyuncudan oluşuyor. Buenos Aires'te geçiyor. Filmin içinde şehirle ilgili çok hoş detaylar göze çarpıyor. Ana konusu; kalabalık, tam bir kaos içinde gelişen teknolojiye karşıt çarpık kentleşmenin pençesindeki şehirde yalnızlığa direnen insanların günlük yaşantıları. Bu insanlar, filmin baş rolünü paylaşan Javier (Martin) ve Pilar (Mariana). İkisi de birbirlerini tanımıyorlar. Martin, web sayfası tasarımcısı, Mariana ise mimar ancak mimarlık yerine vitrin tasarımcılığı yapıyor. İkisi de uzun ve bir o kadar da yorucu geçen ilişkilerinden yeni çıkmışlar. Ortak paydaları o kadar çok ki buna rağmen karşılaşma ihtimalleri de bir o kadar az! Bazı sahnelerde kullanılan ironiler dikkat çekici ve düşündürücü. İnsan seyrederken gülümsemeden edemiyor doğrusu. Filmde kendi yalnızlığınızdan parçalar bulabileceğiniz garanti. Final sahnesi ise büyük bir ustalıkla bağlanmış. Kısacası filmi bulun ve izleyin. İçinde yaşadığımız dünyayla olan duygusal kavga çok güzel işlenmiş. Hani kamera bir noktadan gittikçe yukarı doğru uzaklaşır, uzaklaşır, uzaklaşır ve o nokta bit kadar kalır ya koskoca yeryüzünde, işte yönetmen bu duyguyu çok güzel işlemiş ve seyircisine de geçirmeyi başarmış. Şiddetle tavsiye ediyorum. Başka da bir şey demiyorum!! 

6 Eylül 2012 Perşembe

"Yürekli" Kakaolu Kek

Muhtesem bir olay. Kakaolu kek yapiyorsunuz ve kesince kakolu kisim kalp seklinde cikiyor!!! Nasil yaptigimi hic sormayin. Cunku tamamen tesaduf eseri cikmis bir kalp sekli bu! Kolay kolay da bir daha olmaz sanirim. Acaba keklerden fal mı tutmalı? ((: Harika bir fikir, kisinin porsiyonundaki kek diliminin ortasındaki (tabii bu kakaolu kekler için gecerli) sekle gore hayata dair yorumlar yapılabilir. Neden olmasın? (:  Muziplik bir yana ben bu goruntuyu cok begendigim icin buradan paylasmak istemistim sadece.
     
Bu arada tablet ya da android uygulamali telefonlarda Blog yazmak icin en iyi Browser'in Mozilla Firefox olduguna karar verdim! Alisinca bir problem yok anlasilan. Tavsiye ediyorum.

Android icin Browser'lar

Tablet ya da android uygulamaya sahip telefonlardan Blog yazmak imkansizlasinca biraz arastirdim. Sanirim browser'da Java destegi olmayinca yazi yazmak mumkun olmuyor. Dedigim gibi teknik olarak cok emin oldugum bir aciklama degil bu. Daha basit bir anlatimla Dolphin Browser, Opera Mini, Android'in kendi İnternet saglayicisi (benim denediklerim) tablet ya da android telefonlardan bir sekilde Blog yazmaya izin vermiyor. Ancak bugun iki tane browser kesfettim: Mozilla Firefox ve UC Browser!!! Su anda bu yaziyi da Mozilla'dan yaziyorum. Velhasil kaydi yayinladiktan sonra karakterlerin degistigini gordum. Normalde Verdana kullanarak yazmama ragmen kenar kolon yazilarinin karakterini uygulamis kendiliginden, ayar yapmaksizin. Nedenini bilmiyorum. Bu bir sorun olur mu? Muhtelemelen evet. Duzeltilemiyor mu? Denedim ama basarili olamadim. "Hepsini sec" komutunda bazi zorluklar var. Neyse bir de UC Browser' i deneyerek yazayim bakalim onda da karakter sorunu olacak mi?

5 Eylül 2012 Çarşamba

Unpublished!!!

Yine arşivin "bite"lı dosyaları arasından takıldı parmağıma bu görsel ((: Şimdi ne alaka? Nereden çıktı bu görsel? Efendim bırakın hemen dilim döndüğünce açıklayayım: Bu resim 2011 yılının şubat ayında ALL Dergisi'nin stüdyosunda benim Motorola Milestone ile çekildi. O zamanlar ALL Dergisi'nin Güzellik Editörlüğü'nü üstlenmiştim (çok kısa bir macera oldu ayrı). Mart sayısı için baharı çağrıştıran yeşil rengi seçmiştik ve doğanın simgesi yeşilin türlü tonlarında kozmetik ürünleri bir araya getirip "still life" çekim yapmıştık. Ben de kendime hatıra olsun diye bu yukarıdaki kareyi çekmiştim. İyi ki de çekmişim zira bu kare hiçbir zaman derginin sayfalarında yer almadı. Yayınlanmayacak kadar kötü olduğunu hiç sanmıyorum. Üstelik o aralar gribe yakalanmış olmama rağmen, yorgun argın, ateşli ateşli, burnum aka aka, aksıra tıksıra bu ürünlerin peşinde koşmuş bir de çekim bittikten sonra geri iadelerini bizzat yapmıştım hem de yaya olarak... Hiç unutmuyorum, aklıma geldikçe hala sinirleniyorum. Ne kadar saygısızca ne kadar umarsızca bir davranış biçimi. İnsan en azından emeğe saygı duyar!
Her neyse, görseldeki ürünlerin ne adlarını hatırlıyorum ne de fiyatlarını tabii... Burada kullanmamdaki amaç sadece emeği paylaşmak. Madem dergi sayfalarında yerini bulamadı o halde blog sayfalarında yerini bulur öyle değil mi? ((:

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Blueberry Cupcake

Mavi Yemiş, Likapa gibi isimlerle de bilinen Yaban Mersini, (Blueberry) ılıman iklim kuşağında yetişen ve üzüm grubunda yer alan bir meyve. Kan şekerini düşürücü özelliğinin yanı sıra aynı zamanda içerdiği bol C vitaminiyle antioksidan etkisiyle bağışıklık sistemi için çok faydalı. Tek başına yendiğinde ekşimtrak ve mayhoş bir tadı var. Ne zamanki şekerle bütünleşiyor ve pişme sürecine giriyor işte o zaman muhteşem bir lezzete sahip oluveriyor sanki sihirli gibi. Sütlü tatlılarda, pastalarda, dondurulmuş yoğurt yapımında kullanılabileceği gibi keke de çok yakışıyor yaban mersini. Bugünkü tarifin başrol oyuncusu da ta kendisi! Nam-ı diğer "Blueberry".


Kekin yapımı çok kolay ve pratik. Aslında daha önce yapmış olduğum çikolata soslu kakaolu kek tarifinin aynısından faydalandım. Buradaki fark kekin üzerindeki krema yani mutfak jargonunda "Butter Cream" dediklerinden. Ben açıkçası cup cake üzeri topping'in nasıl yapıldığını bilmiyordum. Dolayısıyla kısa bir araştırmadan sonra basit bir tarif buldum.

"Butter Cream" İçin Malzemeler:


1 bardak (1 cup) oda ısısında tereyağ

1 bardak (1 cup) pudra şekeri

Yapılışı:

Malzemelerin hepsi bu kadar. Yapım süresi ise çok kısa. Tereyağı, bir çırpma makinesinde yumuşayıp krema halini alıncaya kadar çırpılıyor. Ardından azar azar, çok yavaşça (üstümüzün başımızın pudra şeker olmasını istemiyorsak) pudra şekeri ilave edilerek çırpma işlemine devam ediliyor. Her iki malzeme de iyice homojen olmalı. İşte, "Butter Cream" hazır!!! Eğer daha farklı aromalar yakalamak istenirse bu malzemelerin içine yarım bardak kakao tozu ya da 1-2 çay kaşığı limon rendesi veya 1-2 damla vanilya aroması eklenebilir. Krema hazır olduğuna göre geriye fırından çıkmış ve iyice soğumuş (sıcak kekin üzerinde krema, anında erir, akar) keklerin üzerini özgürce süslemek kalıyor. Afiyet olsun! 

Not 1: Eğer evde pudra şekeri yoksa üzülmeyin derim zira çok basit bir pudra şekeri tarifi keşfettim. 1 bardak toz şeker ile 1 bardak mısır nişastasını güçlü ve keskin bıçaklı bir robotta 25-30 saniye kadar karıştırıyorsunuz. İşte, pudra şekeri de hazır!

21 Ağustos 2012 Salı

İstanbul Akvaryum

Oldum olası denizlere, okyanuslara hayranımdır. Küçükken de televizyondaki sualtı belgesellerini gözlerimi hiç kırpmadan izlerdim. Balık burcu olduğumdan mı yoksa sualtının insanı başka diyarlara götürerek sakinleştirici bir etki yaratmasından mı bilemiyorum ama o sonsuz mavilik beni benden alıyor işte. Hatta bundan belki 10 belki 11 sene önce bir dalış maceram da olmuştur. Ufak çaplı bir Scuba eğitimi geçirmişliğim ve Antalya/Kemer açıklarındaki Paris batığına bile dalmışlığım vardır. Sualtında insanın hissettiği duyguları anlatmam mümkün değil, o deneyimi bizzat yaşamak gerek. Bambaşka bir dünya! Mavi dünya...

Girişi fazla uzatmayayım, bugün yine o gezilerimizden birini gerçekleştirmek üzere yollara düştük. Bugünkü adres, İstanbul/Florya'daki İstanbul Akvaryum oldu. Burası dünyanın en büyük tematik akvaryumu olmasıyla meşhur. Çok büyük bir yer. Açıkçası ben bu kadar büyük olacağını tahmin etmemiştim. Bu akvaryumda yer alan tüm canlılar doğal ortamlarına en yakın şartlarda bakılıyor. Önce Karadeniz ile başlayan ve ardından Marmara, Ege Denizi, Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Antarktika, Akdeniz, Atlantik Okyanuslarıyla devam eden bir tematik alandan geçiyorsunuz. Buraya bir cümlede yazdığıma bakmayın mola vermeden gezmek zor zira 64 farklı tank içerisinde tüm bu saydığım okyanus ve denizlerde yaşayan balıkları keşfediyorsunuz.

Moladan sonra sırayı Nautilus Denizaltı alıyor. Denizaltının içinde kısa bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Bu arada tüm bu temalara uygun olarak tasarlanmış dekorlar ise çok ince detaylarla bezenmiş. Koridorlarda yürürken gözünüz bir yandan da tavanda olsun değişik maketler göreceksiniz. Köpekbalıklaarının olduğu bölümde tavanda balık sürüsünü kovalayan dev bir köpekbalığı maketi vardı mesela. Nerede kalmıştık? Evet denizaltı diyordum. Burası çok ilgimi çekti, çünkü oranın sanki bir zamanlar gerçekten kullanılan bir denizaltının parçalarından ouşturulduğuna inanacakım neredeyse. Halbuki her detay dekorun bir parçasıydı. Eskitme etkisi çok çok gerçekçi verilmişti doğrusu. Eskitme demişken, bazı tankların içindeki batık parçalarının da ortama ayrı bir esrarengiz hava kattığını belirtmeden edemeyeceğim.

Bir akvaryum gezisinde en çok ilgiyi hangi balıklar çeker diye bir soru sorsam? Cevabı duyar gibiyim elbetteki köpekbalıkları. Bu akvaryumda da yine köpekbalıkları, ziyaretçilerin gözdesiydi. Ama gerçekten çok ihtişamlı görünüyorlar, doğru söze ne demeli? Mavi suların vahşi canlıları (: Peki köpekbalıkarının 400 milyon yıldır hiç evrim geçirmeden bugüne geldiklerini biliyor muydunuz? 




Bir diğer şeker şirin balıklar ise oyuncu sevimli mi sevimli vatoslardı. Tam beslenme saatlerinde yakaladığımız vatoslar Akvartistlerin elinden yemleri kapmak için birbirleriyle yarışmaları seyre değerdi doğrusu (:

Denizaltından çıktıktan sonra ise sizi Amazonlar'daki yağmur ormanları karşılıyor. Orası muhteşemdi. İklimin efekti, kuş sesleri ve yine tanklar içerisindeki canlılar... Bu bölümdeki en favori canlı ise büyük, dev ve tüylü Tarantulaydı!


 


    Not 1: Fotoğraf çekerken flaşsız çekim yapmalısınız. Zaten sürekli anonslarla uyarıyorlar.
  Not 2: Mola vermek isterseniz içeride alt katta yer alan Sütiş'te soluklanabilirsiniz. Servis çok iyi, o kadar kalabalık olmasına rağmen inanılmaz ilgililer ve sipariş konusunda hızlılar. Sütiş'in yanı sıra Roberts Cafe de diğer bir dinlenme mekanı olabilir.
   Not 3: Hiç sıkıntı yaşamadan her köşede karşınıza çıkan tuvaletler çok çok temizdi, beklediğimin üzerinde hijyen vardı. Özellikle otomatik olarak dönen klozet koruyucu poşetler son noktaydı benim için!


20 Ağustos 2012 Pazartesi

Bangkok, Thailand

Ahhh ahh kaç sene oldu?? Bir bakalım... Evet, tam tamına 6,5 yıl olmuş en son Bangkok ziyaretimizin üzerinden geçen zaman. Bangkok bilindiği üzere Thailand'ın en büyük, en turistik kenti olup aynı zamanda başkentidir. Bu şehri ilk olarak 2003 yılında ziyaret etmeden önce hakkında çok önyargılı olduğum gerçeğini saklamayacağım. Bana göre o dönemler hep Batı vardı. Avrupa, Amerika... Asya?? Hele ki Uzak Doğu, adı üzerinde olduğu gibi bana epey bir uzaktı. Hem kültürel hem insanlar hem iklimsel hem mutfak olarak o kadar yabancıydı ki aklımın ucundan geçmezdi bu şehre aşık olacağım!! Sükunet, huzur, kibarlık, sakinlik, kurallara uyum, saygı, ince zevk, ruhani haller buraya özgü özelliklerden...Bir de o kendine münasır bitki örtüsü yok mu?? İnanılmaz, tam cennet. Sadece fazla sıcak ve nemli. İlginçtir, Bodrum'a özgü olarak düşündüğüm Begonviller'in burada binbir rengini gördüm. Hele o orkideler... Nasıl bir renk cümbüşü içinde çıkıyorlar insanın karşısına sağda solda, muhteşem bir armoni!! Tabii ki Thailer'in kutsal çiçeği olan Lotus'ü unutmamam gerek. Bir de topraktan su damacanalarının içinde yüzen nilüferler... Bu satırları yazarken bile kendimi huzurlu hissediyorum, sanki oralara yeniden yolculuk yapmışım gibi.
Şimdi bunca yıl sonra nereden kabardı da geldi bu Bangkok özlemi? Şöyle oldu: Hard diskimi kurcalarken eski bilgisayarımdan aktardığım dosyalara takıldı gözüm, "ne varmış bakayım şunların içinde?" derken çocuksu bir merakla tıklayıverdim ve karşıma o zamanlar taze bilgilerimle hazırlamış olduğum Bangkok ile ilgili (şu an istesem yazamam) muhteşem bir gezi rehberi çıktı karşıma. Blog'ta paylaşmamak olmazdı. Basit bir dille yazılmış olmasına rağmen oldukça da detaylı bir gezi programıydı bu, belki bir gün tekrar lazım olur diye bir kenarda bekleyen bir yazı. Üstelik bizzat gerçekleştirilmiş ve birebir uygulanmış. Bu durum aklıma filmlerdeki "gerçek hikayeden alınmıştır" dip notunu getirdi nedense ((: Bu tip filmleri izlemek hep daha keyifli ve daha heyecanlı olmuştur. Neyse fazla lafı uzatmadan "Gezelim Görelim" programımızın detaylarına geçelim artık.

BANGKOK GUIDE

TAPINAKLAR

  • Grand Palace (Kral’ın Sarayı). Burası aslında tapınak değil, bizim Topkapı Sarayı tarzında bir yer. Kral'ın ofisi dersek daha doğru.
  • Yatan Buddha (Wat Pho Reclining Buddha). Burasını çok seviyorum. Aynı anda bu tapınak Thai masajı okulu. İçeride yatan Buda’nın ayaklarından sonra dönerken 99 veya 100 tane çanak var, orada köşede küçük kapların içinde bozuk paralardan alıyorsunuz ve 99 veya 100 adet hepsini teker teker atarak yürümeye devam ediyorsunuz... Dikkat edin sıkılmayın, sabredin ((: 
ÇEVREDE GÖRÜLECEK YERLER

  • Floating Market (Yüzen Market). Siz kayığa binerken resminizi çekecekler. Dönüşte çektikleri resmi bir hatıra tabağına yapıştırıyorlar ve “souvenir” olarak satmak istiyorlar, pahalı falan deyip geri çevirmeyin, satın alın. Bir daha bulamayacaksınız çünkü. Sakın buradan başka bir şey almayın! Tam turistik ve sadece turistik! Her şey çok pahalı ve orada gördüklerinizi şehirde 1/3 hatta ¼ daha ucuza bulabilirsiniz (hayatta pazarlık yapamayan ben bu şehirde pazarlık etmeyi öğrendim).
      • Çin Mahallesi. Pek çok şey toptan satılıyor, bu sizi yanıltmasın. Sorun değil, mutlaka gidin ve görün, ilginç, ancak kokulardan ve sıcaktan bayılmamak için suyunuzu yanınızdan eksik etmeyin. Etrafı iyi inceleyin, bir sürü elektronikçi göreceksiniz. Hiçbir yerde bulamadığınız ürünleri burada bulabilirsiniz.
      • Thonburi Yılan Çiftliği. Burada yılanlar ile fotoğraf çektirebilirsiniz. Tüm yılan bakıcılarının ellerine bakın %90’ının 1-2 parmağı eksik. Dikkatlice bakın, tüyler ürpertici cidden. Piton dışında bir yılana yaklaşmayın, hepsi zehirli!
      • Dusit Hayvanat Bahçesi. Timsah gösterileri ilginç oluyor. Adamlar timsahların ağzına elini, ayağını, kafasını sokuyor. İlginç, gittiğinizde gösteri saatini yakalamaya çalışın.


ALIŞVERİŞ

        • Chatuchak (Hafta sonu pazarı). Sadece hafta sonları kurulan bir pazar. Mutlaka erken gidin. Çok müthiş büyük bir pazar. Aklınıza gelebilecek her türlü ıvır zıvırı orada bulabilirsiniz. Pazarlık imkanı çok fazla. İlk söylenen fiyatı kesinlikle kabul etmeyin. Gözünüz dönecek, dikkatli olun. Yani Çatuçak aslında o kadar pahalı değil. Pazarlık edebilirsiniz ama şunu unutmayın en çok pazarlık payı el işi eşyalarda, diğer şeylerde çok fazla pazarlık payı yok. 
      • Siam Square (Alışveriş merkezlerinin bulunduğu büyük bir cadde). Etrafta birçok hoş cafe var. Birkaç ilginç pasaj var. Biraz takılın en az ½ gün ayırın. Dolaşın, oturun bir cafe’ye, dolaşın yine oturun bir cafe'ye... 
        • Siam Paragon (Alışveriş Merkezi). Dünyanın en büyük alışveriş merkezi neredeyse. 3. veya 4. katta lüks araba galerileri var. Porche, Maseratti, Ferrari, Lamborgini gibi kolay kolay birarada göremeyeceğiniz son model arabalar yan yana aynı katta duruyor. 
      • Central (Alışveriş Mağazası). Büyük bir zincir. Bizim buradaki Boyner tarzında bir yer. Etrafta birkaç mağazası var. Fiyatlar çok ucuz değil ama makul sayılır. Birçok marka bulunuyor. Ben ayakkabı reyonunu çok seviyordum. 50€’ya iyi bir çift sağlam ayakkabı alabiliyorsunuz, 100'ya ise çok daha kaliteli ayakkabılar bulabilirsiniz. Turist indirim kartı isteyin.
      • Emporium (Alışveriş Mağazası). Lüks. Dolaşın dolaşın, vitrinlere bakın, mağazalara bakın. Burada da turist indirim kartı istemeyi unutmayın.
      • Gaysorn (Alışveriş Merkezi). Çok lüks. Asıl burayı dolaşın iyice. Çok lüks mağazalar var. Dünyanın en lüks markaları bir araya toplanmış burada.
      • MBK. Burası da bir alışveriş mağazası. Çok ucuz spor ayakkabı, takı ve aklınıza gelebilecek her tür ıvır zıvıra rastlayabilirsiniz burada. Aslında buraya mağaza demek pek olmaz, kocaman bir çarşı. İçinde 100’lerce mağaza ve bir de TOKYO diye bir "department store" mevcut. İlginç mağazalara girin bakın,     fiyatlar makul. MBK’ye MOBUKRON da diyorlar.
      • Pantip (Teknoloji Pasajı). Beyler için esas tapınak burası olmalı. Bütün elektronikçilerin bir araya toplandığı muazzam büyük bir pasaj. İstanbullular iyi bilirler Kadıköy'deki Yazıcıoğlu'nu, işte oranın belki de 4-5 katı büyüklüğünde bir yer. Gidin ve kendinizi kaybedin derim (:
      • Robinson (Alışveriş Mağazası). Central tarzı bir yer. Ben çok seviyordum. Central’den daha ucuz ve daha çok Thai’lere yönelik. Rahatça alışveriş yapın. Bu arada turist indirim kartı isteyin!
      • Isetan (Japon Alışveriş Mağazası). İşte Japon işi! Çok ilginç şeyler var, Japonların ne kadar ilginç ve bir o kadar da hayatı her alanda kolaylaştırma meraklısı olduklarını buradaki ürünlerinden anlayabilirsiniz. Sağı solu iyice karıştırın, çok fazla ıvır zıvır, yaşamı rahatlatacak alet edevat göreceksiniz. Üst katlarda çok büyük bir Japon kitapçısı var, çok zengin, yabancı kitapları da bulmak mümkün. Aralarda bir yerde de en son katta BKK’un en iyi Japon restoranlarından biri olan UTAANDON'da güzel bir öğle ya da akşam yemeği yiyebilirsiniz. 
      • Pratunam (Alışveriş pazarı). Tekstil üzerine bir yer. Kumaşlar, kılık kıyafetler satıyorlar. Buradan çok uygun fiyatlara kıyafetler alabilirsiniz. Başka yerlerde çiftini 100 bahta aldığım parmak arası terliklerin burada 3 çiftini 100 bahta almıştım (: 



GECE PAZARLARI

      • Lumpini Night Bazaar. (gece 00.00’a kadar açıktır, civar parkta bira içip alışveriş yorgunluğunuzu atabilirsiniz). Parkın yanındaki karaoke kutularına bakın! İnsanlar içine girip kapıları kapatıp karaoke yapıyorlar. Hani sağda solda olan elektronik oyun makineleri gibi, para atıyorsun ve başlıyorsun şarkını söylemeye ((:
      • Patpong Night Bazaar. Çok turistik ve çok ticari. Satıcılar iyice doymuş, asla pazarlık yapmıyorlar. Pek tavsiye etmiyorum. Gidip görün iyice dolaşın ama bir şey almayın. 


YEMEK

        • Sea food Market. Kendin seç kendin pişirttir denilebilecek bir restoran. Deniz mahsulleriyle ilgili yok yok! Muazzam büyük bir mekan. İşte burada gözünüz dönecek, her şeye saldırmayın. İyice düşünün ne kadarını yiyebileceksiniz. Ama gene de istediğinizi alın çünkü ikinci kez gidecek vaktiniz kalmayacak!
        • Oishi.  Japon restoranıdır, hem fast food hem de lüks açık büfe olarak iki tip restoranı var. İkisini de deneyin derim. Fast food’da Japonların noodle’ı olan “ramen”i  mutlaka tadın. Özellikle deniz mahsullü olanını. Asıl Discovery Center’daki yere gidin! Orası açık büfe. Aç karnına gidin! Hatta kahvaltı bile yapmadan gidin! Her şeyi deneyip yiyin! Bu kadar güzel Japon yemeklerini o fiyata hiçbir yerde bulamazsınız. Yalnız saat 19.00’dan daha geç gitmeyin sonra hem yer olmuyor hem de zamanınız yetmiyor her şeyi yemeğe!
        • Sofitel’in açık büfe akşam yemeğini de tavsiye ediyorum. Fiyatı çok cazip. 5 yıldızlı otelde o fiyata açık büfe yemek yiyemezsiniz. Pek fazla Japon köşesine takılmayın, sushi’si çok aman aman değil, çeşni bol görünsün diye koymuşlar. Soğuk büfesi süper, giderseniz mutlaka tadına bakın.
        • Central Alışveriş Merkezi'nin üst katındaki Food Loft’u atlamayın derim. Girişte bir adisyon kartı veriyorlar kişi başına, içeride çeşitli ülke mutfaklarının standları var dilediğinizden yemek alabiliyorsunuz, para ödemiyorsunuz, siparişi o aldığınız adisyon kartına işliyorlar. Çıkışta bu kartla kasaya ödeme yapıyorsunuz. Sistem süper ve çok rahat. Ben Thai mutfağı (spring roll’ları var ve Tom Yum çorba) ile Japon’u öneririm. Japon mutfağında da “sweet&sour sauce” tavuk, dana eti ya da domuz yiyebilirsiniz yanına “noodle” almayı unutmayın. Bir de İtalyan mutfağından salata yemiştim, hiç fena değildi. 
        • Isetan’daki Japon restoranını da deneyebilir, kızarmış sebzelerden (Tempura) tadabilirsiniz. Yukarıda bahsettiğim restoran UTA-ANDON burası işte! Veee sakın sake içmeyi unutmayın!!!


NOT 1: Bu arada Bangkok tam bir porselen cenneti. Porselen yemek takımlarını inanılmaz ucuza bulabileceğiniz bir şehir. “Bone China” denilen kemik tozundan yapılma porselen takımlar ilgilenenlerin dikkatini çekecektir mutlaka. Eğer meraklıysanız iyi bir yemek takımı almanızı tavsiye ederim şöyle evladiyelik. 
NOT 2: Alışveriş merkezlerindeki (lüks ve büyük olanlar hariç) tuvaletlerde hiç tuvalet kağıdı yok diye üzülmeyin, zira dışarıda 2 Baht bozuk parayla alabileceğiniz kağıt  mendil makineleri göreceksiniz.
NOT 3: Yok eğer ben uzak doğu mutfağından hiç hoşlanmıyorum, yiyemiyorum diyenlerdenseniz, etrafa iyi bakın her tarafta Mc Donalds, KFC, Burger King, Sizler vs..vs.. var. Hiç aç kalmazsınız. Ancak etrafa bakmasını bilmezseniz aç kalırsınız.!!!! Bu arada arabalarda buz üzerinde Hindistan cevizi, ananas, mango satılıyor, bunlardan çok ucuz bir fiyata alıp gönül rahatlığıyla yiyebilirsiniz. Hem bolca sulu oluyor hem de buz gibi.  Aklınızda olsun hijyen açısından her şey çok temiz. İnsanın aklına tam tersi geliyor belki ama gidince göreceksiniz ve bana hak vereceksiniz.

Bangkok gezimiz burada sona erdi... Umarım bir gün bir Bangkok seyahati yaptığınızda bu küçük notlarım işinize yarar. En azından kaybolmadan ve ne yapacağınızı bilerek ve de belki de en önemlisi aç kalmadan dolaşırsınız. Şimdiden iyi uçuşlar ve iyi yolculuklar...

17 Ağustos 2012 Cuma

Patlıcan Graten


Patlıcan! Yazın belki de en sevdiğim sebzesi... Kızartması, oturtması, İmam Bayıldı'sı, Karnıyarığı, salatası, Beğendisi... Hepsi ayrı lezzetler ve nedense hepsi de bana neşeli yaz günlerini hatırlatan kokulara sahipler. Özellikle de kızartması. Neyse biz gelelim Fransızlar'ın da dediği gibi Patlıcan "Au Gratin" isimli yemeğimize (O graten diye okunur). Graten aslında bir pişirme tekniğidir ve akla üç unsuru getirir: Beşamel sos, taze kaşar rendesi (permasan, mozarella da olur) ve fırın. Bu üç eleman, olmazsa olmazıdır graten yemeklerinin. Tabii bir de patates, patlıcan, kabak, karnıbahar gibi ana malzemeleri unutmamak gerekir.  Bence en lezziz fırın yemekleridir graten tarzda pişen yemekler. Özellikle de patlıcanlı olanı!!
Muskat, Hint Cevizi olarak da bilinir, baharatçılarda rahatlıkla bulunur.
Malzemeler:
4 adet patlıcan
4 adet patates
1 adet kuru soğan
3 diş sarmısak
500 gr. dana kıyma
1 yemek kaşığı domates salçası
Yeteri kadar tuz ve karabiber
1 bardak rendelenmiş taze kaşar peyniri

Beşamel sos için malzemeler:
250 gr. tereyağ
4 yemek kaşığı un
500 ml. süt
1 çay kaşığı tuz
1 çay kaşığı karabiber
1 çay kaşığı muskat cevizi

Yapılışı:
Aslında çok bilindik bir tarif olan Patlıcan Graten'in buradaki en büyük farkı beşamel sosunun içinde muskat cevizinin olması. Muskat cevizi patates püresine de müthiş yakışan bir baharattır. Kendisine Hint Cevizi de denir. Ağacı, portakal ağacına benzer. Özellikle Karayipler bölgesinde ve Grenada'da yetişir. Bu kısa genel kültür notundan sadede gelelim ve tarife geçelim. Patlıcanlar alacalı soyulduktan sonra yaklaşık olarak 1 cm kalınlığında kesilerek tuzlu suya konur. Bu işlem her patlıcan kızartması öncesi yapılmalıdır aksi takdirde kızartma inanılmaz bir şekilde yağ çeker. Bu arada patatesler de soyulur ve patlıcanların dilim boylarına uygun olarak oval şekilde kesilir. Önce patatesler kızgın yağda kızartılır ardından da iyice kurutulmuş patlıcanlar kızgın yağda altın sarısı bir renge büründürülür. Sebzeler yağlarından kurtarılmak üzere kağıt peçete serilmiş genişçe bir tabağın içinde beklemeye alınır. Sıra kıymalı harçta, bunun için soğanlar ve sarımsaklar ince ince kıyılır, içerisine 2-3 yemek kaşığı zeytinyağı konmuş kızgın bir tencerede ortalama ateş ayarında karamelize olana kadar kavrulur. Domates salçası ve dana kıyması da eklendikten sonra tuzu karabiberi katılarak tüm malzemeler iyice çevrilir. Harç, soğuyana dek bir kenara alınır.

Beşamel sosun yapılışı: 
250 gr. tereyağ bir tencerede yakılmadan eritilir ve hemen ardından da un eklenir. Un, kokusu geçinceye kadar kavrulur. Soğuk süt ve yeterince tuz da eklendikten sonra sos, orta ateşte bir çırpma teliyle ara vermeksizin karıştırılır. Sos, göz göz olmaya başlayınca (kaynama ibareleri gösterdiği ilk anda) karabiberi ve muskat cevizi de içine katılır, ocağın altı söndürülür. Baharatları en son koymamızın nedeni tatlarının uçmamasını sağlamak. Emin olun muskatın kokusu muhteşem gelecek, mutfağınızı şenlendirecek!

Ve işte şimdi birleştirme zamanı!!! Fırın, önceden 180 derece civarında ayarlanır. Bir fırın tepsisinin zeminine önce kızartmış olduğumuz sebzeler sırayla dizilir. Üzerine kıymalı harçtan boca edildikten sonra beşamel sos döşenir. Ardından aynı sıra yine uygulanır ve en üst kısıma da rendelenmiş taze kaşar ya da mozarella dilimleri yerleştirilir ve tepsi fırına verilir. Ben mozarella kullandım, lezzeti mükemmel oldu. Yemek, fırında 15 dakika iyice ısındıktan sonra fırının ızgara kısmı açılarak peynirlerin iyice eriyip hafif de kızarması beklenir ve işte Patlıcan Graten sofraları süslemek üzere hazır ve nazırdır. Afiyet olsun!

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Portakal Çiçeği Aromalı Kurabiyeler

Evinizin mis gibi portakal çiçeği kokmasını mı istiyorsunuz? Doğru sayfadasınız. İstanbullular'dan ziyade, güney bölgelerde yaşayanlar çok daha yakından tanırlar portakal çiçeğini. Muhteşem bir kokusu vardır. Bir tanesi bile minicik bir çay bardağının içinde bütün evin misler gibi kokması için yeterlidir. Maalesef biz İstanbullular bu eşsiz doğal parfümden yoksunuz. Çünkü iklim portakal ağaçları için müsait değil buralarda. Geçen Ocak ayında Cezayir'e yaptığımız seyhatte oranın da bir Akdeniz ülkesi olmasından dolayı iklimin portakal ağaçları için ne kadar ideal olduğunu gördüm. Öyle ki sokaklar ve caddeler portakal ağaçlarıyla  bezenmişti. Ancak mevsim kış olduğu için portakal çiçeğiyle rastlaşamadık ve bir başka bahara bıraktık kendisini. Marketlere yaptığımız ziyaretlerde portakal çiçeği şurubu çok ilgimi çekti doğrusu. Meğer Cezayirliler bu şurubu bütün tatlılarında ve hamur işlerinde kullanıyorlarmış. Kapağını açıp ilk kokladığınızda kokusunun portakal çiçeğiyle hiç alakası yok aslında. Saf olarak kokladığınızda sanki bir sabun kokusunu andırıyor. Dolayısıyla satın alıp almamakta tereddüt ettim önce. Ve fakat "deneyimlemeden nasıl anlayacağım?" sorusuyla birlikte bir şişe atıverdim sepete. Ocak ayından bu yana kısmet düneymiş. Dün öğleden sonra Minikle birlikte şekilli kurabiyeler yapmaya karar verdik. İçine de bizim portakal çiçeği şurubundan katmayı planladık. İnternette kısa bir kurabiye tarifi araştırma turundan sonra hemen malzemeleri biraraya getirmeye başladık. Ancak bizim hamur, tarifin dışında portakal çiçeği şurubu da içereceğinden yazılı tarifte küçük bazı değişiklikler yaptık. Lafı fazla uzatmaya gerek yok, hemen malzemelere ve tarife geçelim.

Malzemeler:
1 adet yumurta
1 bardak yoğurt
1 bardak pudra şekeri
1 bardak sıvı yağ
1 kahve fincanı portakal çiçeği aroması
3 yemek kaşığı tereyağ
1 paket kabartma tozu
1 tatlı kaşığı tarçın
Ve aldığı kadar un

Yapılışı:
Un haricinde tüm malzemeler güzelce karıştırılıyor. Azar azar un eklenerek hamur için gerekli kıvam elde edildikten sonra düzgün bir tezgah üzerinde bir merdane yardımıyla 1 cm. kalınlığında açılan hamur artık şekiller için ideal zemini oluşturmuş duruma gelmiş oluyor. İşte en eğlenceli kısım. Hayal gücünün devreye girdiği an... Dilediğiniz şekillerdeki kalıpları hamurun üzerine bastırarak kurabiyeleri hazırlıyorsunuz. Hepsini tek tek tepsiye dizdikten sonra (2 tepsi çıkıyor) önceden 180 derceye ısıtılmış fırında 15-20 dakika kadar pişmeye bırakıyorsunuz. Çok basit ve lezzetli bu kurabiyeler portakal çiçeği şurubu olmadan da pişirilebilir elbette. Mesela biraz limon kabuğu ve badem tozuyla da muhteşem olacaktır. 
Afiyet olsun.

5 Temmuz 2012 Perşembe

Sezonu Açtık!!!!!!!!

Birazcık eğri ama Sony Ericsson Z610i ile çekilmesine rağmen fena değil!!
Haziran ayında kendi kendime "herhalde yaz gelmeyecek" demiştim. Bu yılın haziran ayı o kadar serin geçti ki, rüzgarlar, yağmurlar... Ama Temmuz ayının başlamasıyla havaların birden ısınması bir oldu neredeyse. Biz de minikle dedik ki "şu perşembe gezilerimize bir ara verelim de soluğu güzel, nezih bir havuz kenarında alalım bari". İyi ki de böyle demişiz, iyi ki de sezonu açmışız. Çok keyifli bir gün geçirdik. Nerede mi? Yıllardır şöyle güzel, temiz ve uygun fiyatlı bir açık havuz ararken meğerse yanı başımızda duran Hillside Trio'da. Evden neredeyse 10 dakikalık bir mesafede olan havuz, aslında bir çeşit spor kompleksi. İçerisinde, kapalı, açık havuzlarının yanı sıra tenis kortu, Spa ve daha pek çok spor salonunu barındırıyor. Mekan üyelik sistemiyle çalışıyor ancak havuz için hafta içi günlük misafir de kabul ediyorlar. Günlük kişi başı 40 TL. Minikler için de 15 TL. alıyorlar. Havuzun kenarında yeyip içilebilecek ve servis elemanlarının havuz kenarında da arı gibi çalıştığı bir cafe de mevcut. Hizmet çok iyi ve hızlı, elemanlar ise oldukça güler yüzlü. Hatta bir ara minikle birlikte havuza girerken çanta şezlongların yanında kalacağı için tedirgin oldum, ne de olsa içinde cüzdanım, cep telefonum gibi kişisel eşyalarım vardı ve orada çalışanlardan birine bu tedirginliğimi dile getirdim, kendisi "burada şimdiye kadar böyle hırsızlık vakası olmadı, merak etmeyin" dedi ve "dilerseniz ben göz ucuyla ara ara bakar ilgilenirim" diye de ekledi. Valla pesssss... Hiçbir tesiste böylesi bir sorumluluk alınmaz, hatta "kayıp-çalıntı eşyalardan tesisimiz sorumlu değildir" diye de not düşerler kimi zaman. Bu durumda biz de rahatça havuza girdik, çıktık, bol bol yüzdük, güneşlendik, yedik-içtik... Daha ne olsun, işte şimdi yaz tatiline girdiğimizi iyice hissettik. En önemlisi minik çok çok mutlu oldu. Yaz hali denilmese de hafiften bronzlaşmış bir tenle evimize döndük. Devamının gelmesi dileğiyle...

1 Temmuz 2012 Pazar

Kuşkonmazlı Kiş

Eşim kuşkonmaza bayılır. Dolayısıyla içinde kuşkonmaz yer alan tarifler de favorisidir. Ancak yurtdışında kolaylıkla marketlerde domates salatalık gibi bulunabilen bu sebze maalesef ülkemizde zor bulunuyor. Daha doğrusu büyük marketlerde bulunabiliyor da fiyatı el yakıyor! Geçen gün eşim sevinç içinde eve geldi ve o da ne? Elinde bir demet kuşkonmaz!! Uygun fiyata bulabildiği için hemen kapmış bir demet ve akabinde siparişi de gecikmedi: Kuşkonmazlı kiş! Ehhh emir büyük yerden, ne yapacağız kolları sıvıyacağız ve hemen kuşkonmazlı kişin yapımına girişeceğiz elbette. Valla nasıl oldu derseniz bence çok lezzetli bir kiş oldu. Bugüne kadar özellikle kış aylarında pırasalı kiş deneyimim olmuştu, ancak kuşkonmazlı kişi ilk kez yapacaktım. Biraz internette araştırma yaptıktan sonra en makul malzemeli olan bir tariften yola çıkarak kendi kiş tarifimi oluşturdum. İşte tarif geliyor:


İÇİ İÇİN MALZEMELER:
1 adet kuru soğan
2 adet yumurta
Yarım paket taze krema
250 gr. kadar böreklik beyaz peynir
1 demet kuşkonmaz


KİŞ HAMURU İÇİN MALZEMELER:
4 yemek kaşığı tereyağ
1 su bardağı un
3 yemek kaşığı buzlu su
Yeteri kadar tuz ve karabiber


İşe önce hamuru hazırlamakla başlamakta fayda var çünkü buzdolabında dinlenmesi gereken bir hamur bu. Yukarıda saydığım tüm hamur malzemelerini bir kapta kulak memesi kıvamına gelince bir strece sarıp yarım saatliğine buzdolabına kaldırıyoruz. Bekleme sırasında kuşkonmazları ayıklayabiliriz. Bir tarafta da kuru soğanı ince ince doğrayıp bir tavada karamelize olacak şekilde kavuruyoruz. Ardından bir kabın içine 2 yumurtayı kırıp kremayı ekledikten sonra iyice çırpıyoruz ve içine beyaz peyniri ekleyerek ezmeye başlıyoruz. Çok fazla ezmeye gerek yok çünkü fırında sıcaktan zaten eriyerek kıvamını buluyor. Peynirli bu karışıma karamelize ettiğimiz soğanları da biraz ılındıktan sonra ekliyoruz. İç malzemeler hazır. Dolaptan yeterince dinlenmiş olan kiş hamurunu çıkarıyoruz. Buzdolabından çıktığı haliyle çok sert olacaktır telaşa gerek yok. Biraz tezgah üzerinde bırakın o kendine gelecektir. Hamur yumuşayınca unlu bir tezgahta kiş kalıbının ölçülerine göre merdaneyle onu açıyoruz. Düzgünce kalıbın içine yerleştirdikten sonra daha önceden 180 dereceye ayarladığımız fırına atıyoruz ancak sadece 15 dakikalığına. Bu arada hamurun kabarmaması gerekiyor. Bunun için hamurun üzerine yağlı kağıt serip üzerini nohutlarla dolduruyoruz. Bu şekilde hamur fırında kabarmadan 15 dakika pişiriliyor. Piştikten sonra içerisine hazırlamış olduğumuz yumurtalı peynirli karışımın yarısını döküyoruz ve üzerine temizleyip soyduğumuz kuşkonmazları diziyoruz ve onun üzerine geri kalan iç malzemeyi boca ediyoruz ve doğru yine 180 derecelik fırına. Yaklaşık olarak 35 dakika sonra nefis kokular yükselmeye başlıyor ve işte kuşkonmazlı kiş afiyetle yenmek üzere hazır. Yanına bir de yeşil salatayla tam bir öğün olabilecek bu kiş kolay yapımıyla bundan sonra mutfak mönülerimde yer alacağa benziyor.
Afiyet olsun!

30 Haziran 2012 Cumartesi

Kapalı Çarşı Nam-ı Diğer: Grand Bazaar

Son dönemde James Bond'un son filminin çekimleri nedeniyle popülaritesi epey artmış olan Kapalı Çarşı'ya bir de biz uğrayalım dedik geçen perşembe. Minikle birlikte sanki şehirler arası yolculuğa çıkarcasına hazırlandık:
Götürülecekler listesi;
Sırt çantası, 
Su matarası,
Islak mendil
Kağıt mendil,
Yara bandı,
Yedek şort,
Eksiksiz olarak hazırlandıktan sonra sabah 10.30 sularında çıktık yola. Önce arabayı Kadıköy'deki otoparka bıraktık ve Eminönü İskelesi'ne doğru yollandık. Hava sıcaklığı da mevsim normallerinde olduğu için keyfimiz daha da yerine gelmişti. Tam vapur sefasına layık bir havaydı doğrusu. 20-25 dakikalık bir vapur yolculuğundan sonra Eminönü İskelesi'ne geldik. Oradan kısa bir yürüyüş mesafesinde bulunan tramvay istasyonuna varmamız 10 dakikayı bulmadı ve tramvay yolculuğumuz da yaklaşık 10-15 dakika kadar sürdü. Sonunda Kapalı Çarşı'nın Çemberlitaş tarafındaki kapısının bulunduğu mekana gelmiştik. Tam Çarşı'ya doğru yürürken kenardaki kafeler gözüme ilişti ve öğlen yemeği öncesi bir keyif kahvesi ısmarlamaktan bir şey çıkmaz dedim kendi kendime. İyi ki de demişim, bir Türk kahvesi ancak bu kadar otantik bir atmosferde servis edilir. Yerinde görmek lazım, ne kadar anlatsam ve buraya resmini bassam da boş!! Yok böyle bir keyif!! Fotoğraf ne kadar anlatıcı bilemiyorum? 




Kısa bir molanın ardından zaten bulunduğumuz mekana çok yakın olan Kapalı Çarşı'nın içinde buluverdik kendimizi. O ne renk cümbüşü, o ne ışıl ışıl dükkanlar... Yüzyıllara meydan okuyan, buram buram tarih kokan Kapalı Çarşı'da, değişik milletlerden siluetlerin, sokakların, sütunların arasında insanın kendini kaybetmemesi mümkün değil. Nereye baksanız bir incik boncuk, nereye kafanızı çevirseniz marka çantalar, birbirinden renkli desenli kilimciler, halıcılar, avizeciler... Kaybetmek derken hem mecazi hem de gerçek anlamda söyledim çünkü bu kadar rengarenk ürün satan dükkanları görünce hem alışveriş yapma damarınız kabarıyor hem de birbirine benzer eşyalar satan dükkanlar ve sokaklar arasında "ben buradan geçmiş miydim?" diye sorarken buluyorsunuz kendinizi (: Bu kadar çok çeşit satan dükkanların içinde el yapımı minyatür heykeller ve birbirinden ilginç minyatür eşyalar satan bir dükkana da düştü yolumuz tesadüf eseri. Burada satılan Taksim-Tünel tramvayına bayıldık ve resimde görüldüğü üzere bir tane de biz edindik... Bu arada bu kadar dükkan arasında son derece modern tasarlanmış cafe'leri de unutmamak gerek. Yolunuz düşerse mutlaka soluklanmak için birine uğrayın ve buz gibi taze sıkılmış limonatalarının tadına bakın derim. 
Akşam eve 17.30 gibi dönerek o günkü maceramızı tamamlamış olduk. Aklımızda tarihi Kapalı Çarşı, elimizde tramvayımızla...