28 Eylül 2012 Cuma

Çikolatalı Mus (Mousse au Chocolat)


Yazın, çilek hiç sevmememe rağmen minik için özel çilekli mus yapmıştım. Blog’ta da paylaşmıştım. Mevsime uygun lezzetler, dokular ve taze tatlar, damaklarda daha hoş bir etki yaratıyormuş gibi geliyor bana. Zaten tüm meyve ve sebzeler de mevsimsel değil midir? Hoş artık her sebze ve meyve her mevsim karşımıza çıkar oldu manav reyonlarında. Hatta hatırlarım, ilkokul 2. sınıf mıydı, 3. sınıf mıydı, hangi sebze meyvenin hangi mevsim yendiğini öğrenmiştik altını çize çize… Ama gel gör ki şimdi kafam tamamen karışmış durumda… Mesela patlıcan, kabak hangi mevsimdi? Yaz gibi geliyor ama acaba kış mı??? Brokoli? Muz? Neyse bu konulara hiç girmeyeyim en iyisi…

Mustan söz açılmışken bu kez de kış mevsimi için uyumlu olacağını düşündüğüm çikolatalı mus tarifini paylaşmak istiyorum. Bir Fransız klasiği olan çikolatalı mus, soğuk kış akşamlarında, televizyonda en sevdiğimiz diziyi izlerken süper bir lezzet arkadaşı olacak emin olun (: İçerisine arzu edilirse 1-2 damla rom aroması ya da gerçek rom katılırsa belki sıcak tutma açısından daha etkili olabilir. Benim vereceğim tarifte alkol yok. Bol çikolata var!!!!! Mmmmmmm…

Malzemeler:
6 adet buzdolabında soğutulmuş bardak (tarifin özü denilebilir)
200 gr. bitter çikolata ( 2 x 80 gr. paket çikolata + ½ paket çikolata)
2 adet yumurta
¼ paket tereyağı (60 gr. kadar)
1 paket taze krema
1,5 yemek kaşığı şeker (mümkünse esmer şeker)

Yapılışı:
Öncelikle bardaklar iyice soğumaları için buzdolabına yerleştirilir. Çikolatalar çelik bir tencere içerisine parçalanır. Bu kap, içi kaynar su dolu bir başka bir çelik tencerenin içine konur (Benmari usülü). Üzerine de tereyağı atılır. Bu arada ocağın altı açık olmayacak. Kaynar su çikolata ve tereyağını eritecektir. Dikkat: Çikolatanın pişmemesi gerekir. Piştiği zaman içerisindeki şeker kristalize olur bu da tatlınızın daha baştan fiyaskoyla sonuçlanacağının garantisi! Diğer taraftan krema sertleşinceye kadar çırpılır (hiç yılmadan uzun bir süre çırpılması gerekiyor). Krema, ister inanın ister inanmayın başlangıçta koyduğunuz miktarın iki katına ulaşacak. Bu arada 2 yumurta şekerle birlikte iyice çırpılır ve köpürtülür (bu işlem de biraz meşakkatli, uzun sürebilir). Yumurtalı karışımın üzerine krema ve benmari usülü eritilmiş çikolata boca edilir. Karışım havalandıra havalandıra yavaşça karıştırılır. Eğer hızla karıştırılırsa köpükler söner ve mus yapmış olmanın hiçbir anlamı kalmaz. Son olarak da buzdolabındaki buz gibi bardakların içine dökülür ve servis anına kadar tekrar buzdolabına konur.
Afiyet olsun.  

Not: Aslında bu tarif Jamie Oliver’a aittir, bilginize (: 

21 Eylül 2012 Cuma

ГРЕЧКА (Greçka)

Bugün bir tahıl ürününü tanıtmak istiyorum: "Greçka". Ben onu Rus tahılı olarak tanıdım. Aslında Rusya dışında Ukrayna, Kuzey ve Doğu Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya ve Çin’de de yetiştiriliyormuş. Bizim bulgurla çok benzeşiyor. Karabuğdaydan elde ediliyor. Greçka’yı ilk kez Kazakistan’da tanımıştım. Üçgen prizma şeklindeki taneleri çok ilginç gelmişti doğrusu. Hakkında biraz araştırma yaptıktan sonra bu küçük üçgen tanelerin sağlığa ne kadar çok noktada faydalı olduğunu gördüm. Greçka nam-ı diğer karabuğday, nelere nelere iyi geliyormuş bir bakalım:


- Bir kere, içinde gluten olmadığı için çölyak hastalarının çekinmeden tüketebileceği bir yiyecekmiş.


- Kan şekerinin kontrolünde önemli bir rol oynadığı için şeker hastaları için de favori bir gıdaymış.


- Greçka, gün boyu yaşattığı yoğun tokluk hissiyle diyet yapanlar için ideal bir tabak yemekmiş.


- Kötü kolestrolün düşmesinde önemli bir etkiye sahip greçka, protein açısından da oldukça zenginmiş, üstelik yağ içermiyormuş.


- Kalp rahatsızlıklarına ve kansere karşı da yüksek koruyucu bir güce sahipmiş.


- Kabuğunda bulunan potasyum, magnezyum, demir, fosfor gibi vitamin ve mineraller yüksek tansiyon ve kansızlık gibi rahatsızlıklardan muzdarip insanlar için çok faydalıymış. Sindirim sistemindeki pozitif etkilerinin de tartışılmaz olduğu belirtiliyor yapılan açıklamalarda.


Peki bu faydaları say say bitmez tahılı nerelerde bulacağız? Maalesef her ne kadar marketlerde bulunur yazılarıyla karşılaşsak da oralarda yok. Hatta ben Türkiye’de bile satışı olmadığını düşünüyordum. Fakat internette biraz aradığımda karşıma 1-2 tane online alışveriş sitesi çıktı. Oralardaki ismi greçka olarak değil karabuğday olarak geçiyor. Ancak ikisi de aynı tahıl. Sanırım buralardan siparişle greçkayı mutfağınıza davet edebilir ve güzel bir et yemeğinin yanında servis edebilirsiniz.


Bu arada unutmadan nasıl pişirildiğinden de bahsedeyim hemen. Çok basit ve kısa bir pişirme süreci var. Bir ölçek greçka (yıkamaya gerek yok) tencereye döküldükten hemen sonra üzerine 1,5 ölçek sıcak su ve bir çay kaşığı kadar tuz ekleniyor. 2-3 dakika sonra ateşin altı kısılıyor ve 10 dakika sonra da ateş tamamen kapatılarak pilav bildiğimiz diğer pilavlar gibi demlenmeye bırakılıyor. Biraz lezzetli olsun isteniyorsa ocak söndürüldükten sonra bir parça tereyağ da eklenebilir. Ben greçkayı yoğurtla yemeye bayılıyorum ama sade olarak da yenebilir elbette. 

*приятного аппетита!



*Okunuşu "priyatnova apetita": Rusçada afiyet olsun demek! (:


19 Eylül 2012 Çarşamba

Kıvanç Tatlıtuğ ve "Kuzey Güney"

Yok yok yok …. Daha fazla dayanamayacağım…. "Gümüş", "Menekşe ile Halil", "Aşk-ı Memnu", araya sıkışmış "Ezel dizisindeki 8 karakteri" ve şimdi de Kanal D ekranlarında her çarşamba seyirciyi ekrana kilitleyen dizi "Kuzey Güney"de Kuzey Tekinoğlu... Bu nasıl bir oyunculuk? Bu nasıl rolüne sahiplenmek? Bu nasıl bir enerjiyi seyirciye geçiriş?? Bu nasıl o karakterden çık bu karaktere gir ruhu? Bu nasıl bir meslek aşkı? Bilmiyorum… Kendisi daha iyi bilir… Yok “sokaklar” arasında ezilmiş, yok “yüzyıllar” arasında kalmış… Hiiiiiç önemli değil!! Reytingleri ez geç! Oyunculuk mu? İşte budur! Son nokta!!! Bence gelmiş geçmiş en iyi “Drama Oyuncusu” Kıvanç Tatlıtuğ! (sanırım bu yazıdaki tüm cümleler ünlem işaretiyle bitecek)! Seni ayakta alkışlıyorum Kıvanç! Tarif için kelime bulmakta güçlük çekiyorum! Özellikle birilerine benzetme konusuna hiç girmiyorum! Çünkü şu koskoca Türk dizi ve filmleri piyasasında alternatif bulamıyorum açık söyleyeyim! Zaten belli kalıplara sokup çıkartmaktan yana hiç değilim! Bir rolün karakterinin enerjisi beyaz ekrandan evin içine nasıl capcanlı, dipdiri girebilir? Örnek veremiyorum bile!! Sen bu diziyi tek başına sırtında mı taşıyorsun nedir???? Türk sinemasının köklü aktrisleri olan Zerrin Tekindor, Hale Soygazi’ye haksızlık etmek istemiyorum elbette. Ancak dizinin adı üzerinde “Kuzey Güney”… Buğra Gülsoy da çok başarılı. “Fatmagül’ün suçu ne?”deki Vural karakterinden hop diye çıkıp Güney Tekinoğlu karakterine bürünmek kolay iş değil elbette… Amaaaaa Kıvanç Tatlıtuğ yüreğinden, ruhundan gelen oyunculuk yeteneği ile tüm dizinin lokomotifi olmuş durumda!!!! (Bol ünleme devam) Umarım sınırlar sadece Türkiye içerisinde kalmaz. Umarım yurtdışında da başarılı projelere imza atar. Kendisini zaman zaman izlerken Amerikan menşeli bir dizinin ya da filmin karesi içerisinde hayal ediyorum ve o kadar çok yakışıyor ki!!!!! Tanrı “yürü ya kulum” demeye görsün. Beyaz cam nelere kadir hepimiz şahit olacağız diyorum ve burada noktayı koyuyorum.

16 Eylül 2012 Pazar

Daruma Bebekleri

Bu yazıyı çok çok yüksek makamlardan (eşimden) gelen istek üzerine yazıyorum ((: O kadar çok düşündüm ki başlayana kadar… Acaba dedim yazısı da yapımı kadar uzun sürer mi? Dile kolay tam 10 gün! Veeeee işte karşınızda Daruma bebeklerimiz (: %100 “Hand Made”!! Her bir detayı ayrı emek. Bebekleri hazırlarken kullanılan teknik, “papier mâché” olarak bilinen kâğıtlardan hamur yapma metodu. Daruma Bebeği yapımında kullanılan ana malzemeler ise; kağıt, sulandırılmış ahşap tutkalı ve renklendirme için akrilik boya. Papier mâché tekniğinde kâğıtlar tek tek tutkala bulanarak bir balonun üzerine yapıştırılıyor. Her kat için 1 gün kuruma süresi verildiğini düşünürsek ve ne kadar çok kağıt o kadar sağlam maske formülünü göz önüne alırsak düşünün işte kaç gün sürdü (: Kafa modelini elde ettikten sonra da sıra astar boyaya geliyor. O da kuruması beklenerek devam ediliyor. Sıradaki adım ise artık makyaj oluyor. Daruma Bebeği, kurallarına ve orijinal renklerine uygun olarak boyanıyor ve tek gözünün gözbebeği boş bırakılıyor (bunun nedenini hikayesinde anlatacağım). Yapımı uzun ve zahmetli bu bebekleri bitirdikten sonra ortaya çıkan sonuç sanırım bu emeğe değiyor!
Bu kadar uzun girizgâhın ardından bu Daruma Bebekleri’nin hikâyesini anlatsam fena olmayacak (: Neden bu zahmete girildi? Neden bu kadar sabır gösterildi hikâyeden sonra daha bir ortaya çıkacak sanırım (: 

Uzakdoğu beni felsefesiyle, dini inanışlarıyla cok etkiliyor. Son derece saf ve temiz bir anlayışla yaşıyorlar dinlerini. Geleneksellikten asla uzaklaşmadan... Ve işte bu düşüncemi doğrulayıcı nitelikteki hikaye de geliyor; Dharma Bebek olarak da bilinen Daruma Bebek, Japon inancına göre azim ve iyi şansın sembolü. Bu isim 5. ve 6. yüzyıllar arasında yaşamış Budizm'i kuran Hintli Budist Keşiş Bodhidharma'dan geliyor. Efsaneye göre bu rahip kendisini dokuz yıl boyunca bir mağaraya kapatmış ve huzura erişebilmek için uzun yıllar boyunca orada sadece duvara bakarak meditasyon yapmış. Rahip, meditasyon esnasında el ve ayaklarını kullanmadığı için bu uzuvlarını ve maalesef gözlerini kaybetmiş. Bir başka efsaneye göre de Bodhidharma yine mağarada 9 yıl boyunca uyuya kalmış. Uyandığında ise kendine çok öfkelenmiş. Bir daha uyumamak için göz kapaklarını kesmiş. Her iki efsane de oldukca etkileyici ve meditasyonun gücünü gösteren hikayeler. 

Daruma Bebekleri'nde kırmızı rengin önemi çok büyük. Bu renk, yüksek rütbeli rahiplerin giydiği kırmızı cüppeden geliyor. 1600-1868 yılları arasında kırmızı rengin çiçek hastalığıyla bir bağlantısı olduğuna inanılıyormuş. Daruma'nın kırmızısının da bu hastalığın iyileştirilmesinde önemli bir rol oynadığı düşünülüyormüş. Günümüzde Japonya'da çiçekhastalığı Tanrısı'na adanmış pek çok  kırmızı sunak bulunuyor. Daruma kırmızısının Tanrı'yı sakinleşirdiğine ve salgın hastalıkları uzak tuttuğuna inanılıyor. Hatta eski zamanlarda salgın hastalık olan evlerin önüne kırmız renkli kağıtlardan şeritler çekilirmiş ki o evde salgın bir hastalık olduğu bilinsin. Bir çeşit karantina altına almak gibi. Daruma Bebekleri de hastaya hastalığı atlatmasında güç vermesi için kullanılırmış.  


Bu kolsuz, bacaksız, kırmızı, siyah ve beyaza boyanmış “papier mâché” tekniğiyle yapılmış bebeğin içine büyücek ve ağır bir bilye yerleştirildiğinde, bebek kaç kere devrilirse devrilsin ayağa kalkar (yıkılmadım ayaktayım misali). Aslında bizim hacıyatmaz dediğimiz oyuncaklar gibi. Japonca'da bu hacıyatmaz tarzı bebeklere "Okiagari" deniyormuş. Japonca'da "Oki" ayağa kalkma, "agari" ise yeniden doğuş anlamına geliyormuş. Bebeğin bu özelliği sıkıntıları ve talihsizlikleri aşarak başarıya ulaşmayı sembolize ediyor. Bu inanış ışığında da Daruma Bebekleri değişik hedef veya dileklerin gerçekleştirilmesi amacıyla da kullanılmaya başlanmış. Bu nedenle bebeğin tek gözü dilek dilenirken ya da ulaşılmak istenen hedef belirlendiğinde diğer gözü ise dilek gerçekleştikten sonra boyanıyor. Her inişin bir çıkışı vardır öğretisinin unutulmaması ve tutulan dileğin akıldan çıkmaması için bebek mutlaka göz önünde bir yere konuyor. Yeniyıl geldiğinde tüm Daruma Bebekler geleneksel yakma töreni için satın alındıkları tapınaklara geri getiriliyor. Senede bir kez yeniyılın ertesi günü yapılan Daruma Kuyo olarak bilinen törende Japonlar, Daruma Bebekleri'ne şükranlarını sunarak onları tapınağa karşı ters çeviriyorlar ve gelecek yıl için yeni bebekler satın alıyorlar. Diğer bütün eski Daruma Bebekler ise aynı anda tapınakta yakılıyor. 


İşin özüne baktığımızda Daruma, bizdeki adak adamayla benzer özellikler gösteriyor. Bakalım bizim Darumalar hedeflerimize ulaşmamızda rol oynayacak mı? Ve bakalım diğer gözleri ne zaman boyayacağız? Resimdeki 3 Daruma da ayrı ayrı dilekler için özel olarak yapıldı. Ne mi dilendi? Maalesef söyleyemem.... Ama gerçekleşirse buradan paylaşacağıma söz veriyorum!!!!! 

 

14 Eylül 2012 Cuma

Dereotlu Peynirli Kek

Bu kek, ben küçükken annemin bize okuldan eve geldiğimizde en çok yaptığı kekti. Kızarmış peynirin ve dereotunun keskin kokuları okul dönüşlerimde bana o kadar huzur verirdi ki... Daha kapıyı çalmadan annemin bu keki pişirdiğini apartmanın içine yayılan kokulardan anlardım. Hele hele misafir olduğu günler benim için tam bir bayramdı. Çünkü akşamüstü eve dönüşte misafirlerden kalanlarla leziz bir tabak hazırlar ve çay eşliğinde tıka basa karnımı doyururdum. İşte bu dereotlu kek annemin misafir mönüsünde her zaman yer alırdı. Benim için tüm hamur işleri bir yana bu kek bir yanadır. Çocukluk günlerime götüren tek tariftir ve dolayısıyla da annemden öğrendiğim ilk tariftir. Bu kekin Rusya Ekaterinburg'ta da bir anısı var. Bilenler bilir, oralarda dereotu bulmak çok zordur. Neredeyse dal dal satarlar tüm otları. Ben de bir gün buluvermiştim şans eseri 1-2 dal dereotu. Ne yapayım diye düşünürken aklıma hemen bu kekin tarifi geldi. Güzelce pişirdikten sonra eşime de bir paket yapıp işe götürmesi için yanına vermiştim. Aman ne sükse yapmıştı oralarda. İş yerindeki tüm Ruslar tarifini almışlardı. Ancaaaaaak, ne derler hiç bir usta tarifin tamamını vermezmiş ((: Şimdi yanlış anlaşılmasın sakın, ben bu blogda yazdığım tarifleri yarım yamalak yayınlamıyorum ya da gizli bir malzemesini cebime atmıyorum. Tüm tarifler orijinalindeki gibi, evde birebir uyguladığım tariflerdir emin olun, ferah olun...
Artık tarife geçme zamanı...

Malzemeler:
3 adet yumurta
2 su bardağı un
2 su bardağı yoğurt
1 paket kabartma tozu
125 gr. oda ısısında tereyağ
200 gr. beyaz peynir
Yarım demetten biraz az dereotu

Yapılışı:
İşe önce keki pişireceğiniz kalıbı yağlamakla başlayın. Kalıbı iyice yağladıktan sonra içini unlayın. Böylece kek kaba yapışmayacak. Fırını da nceden 180 dereceye getirin. 
Şimdi sıra malzemeleri karıştırmaya geldi. Büyükçe bir kabın içine yumurtalar kırılıyor. İyice çırpıldıktan sonra yoğurt, tereyağ, peynir, dereotu, un ve son olarak da kabartma tozu ekleniyor. Tüm malzemeler iyice karıştırılıyor ve kek kalıbının içine dökülüyor. Ve doooğruuuu fırına, 180 derecede 40-45 dakika pişmeye. Keyifli sohbetler eşliğinde çay saati için çok iyi bir fikir gibi, ne dersiniz? Afiyet olsun (:

13 Eylül 2012 Perşembe

¡ Medianeras

Gerilim ve korku filmlerine bayılırım, hem de küçüklüğümden beri. Bu sene yaz akşamları televizyonda seyredecek kayda değer bir program olmadığı için (eehh diziler de tatilde) çoğu korku ve gerilim filmi olmak üzere o kadar çok film izledim ki... Sanırım tüm arşivi tükettim ve seyretmediğim korku filmi kalmadı gibi (vampirliler ve saçma konulu olup başı sonu olmayanlar hariç). Geçen akşam da ne izlesem diye bakınırken birden bir Arjantin filmine denk geldim. Ve şöyle diyebilirim; bu sene seyrettiğim en iyi film Oscar'ını almaya hak kazandı!!!! İsmi Medianeras. Baş rollerini Javier Drolas ve Pilar López de Ayala oynamış. Ellerine sağlık, nefis oyunculuk çıkarmışlar. Filmin cast'i neredeyse sadece ikisi denebilecek kadar az oyuncudan oluşuyor. Buenos Aires'te geçiyor. Filmin içinde şehirle ilgili çok hoş detaylar göze çarpıyor. Ana konusu; kalabalık, tam bir kaos içinde gelişen teknolojiye karşıt çarpık kentleşmenin pençesindeki şehirde yalnızlığa direnen insanların günlük yaşantıları. Bu insanlar, filmin baş rolünü paylaşan Javier (Martin) ve Pilar (Mariana). İkisi de birbirlerini tanımıyorlar. Martin, web sayfası tasarımcısı, Mariana ise mimar ancak mimarlık yerine vitrin tasarımcılığı yapıyor. İkisi de uzun ve bir o kadar da yorucu geçen ilişkilerinden yeni çıkmışlar. Ortak paydaları o kadar çok ki buna rağmen karşılaşma ihtimalleri de bir o kadar az! Bazı sahnelerde kullanılan ironiler dikkat çekici ve düşündürücü. İnsan seyrederken gülümsemeden edemiyor doğrusu. Filmde kendi yalnızlığınızdan parçalar bulabileceğiniz garanti. Final sahnesi ise büyük bir ustalıkla bağlanmış. Kısacası filmi bulun ve izleyin. İçinde yaşadığımız dünyayla olan duygusal kavga çok güzel işlenmiş. Hani kamera bir noktadan gittikçe yukarı doğru uzaklaşır, uzaklaşır, uzaklaşır ve o nokta bit kadar kalır ya koskoca yeryüzünde, işte yönetmen bu duyguyu çok güzel işlemiş ve seyircisine de geçirmeyi başarmış. Şiddetle tavsiye ediyorum. Başka da bir şey demiyorum!! 

6 Eylül 2012 Perşembe

"Yürekli" Kakaolu Kek

Muhtesem bir olay. Kakaolu kek yapiyorsunuz ve kesince kakolu kisim kalp seklinde cikiyor!!! Nasil yaptigimi hic sormayin. Cunku tamamen tesaduf eseri cikmis bir kalp sekli bu! Kolay kolay da bir daha olmaz sanirim. Acaba keklerden fal mı tutmalı? ((: Harika bir fikir, kisinin porsiyonundaki kek diliminin ortasındaki (tabii bu kakaolu kekler için gecerli) sekle gore hayata dair yorumlar yapılabilir. Neden olmasın? (:  Muziplik bir yana ben bu goruntuyu cok begendigim icin buradan paylasmak istemistim sadece.
     
Bu arada tablet ya da android uygulamali telefonlarda Blog yazmak icin en iyi Browser'in Mozilla Firefox olduguna karar verdim! Alisinca bir problem yok anlasilan. Tavsiye ediyorum.

Android icin Browser'lar

Tablet ya da android uygulamaya sahip telefonlardan Blog yazmak imkansizlasinca biraz arastirdim. Sanirim browser'da Java destegi olmayinca yazi yazmak mumkun olmuyor. Dedigim gibi teknik olarak cok emin oldugum bir aciklama degil bu. Daha basit bir anlatimla Dolphin Browser, Opera Mini, Android'in kendi İnternet saglayicisi (benim denediklerim) tablet ya da android telefonlardan bir sekilde Blog yazmaya izin vermiyor. Ancak bugun iki tane browser kesfettim: Mozilla Firefox ve UC Browser!!! Su anda bu yaziyi da Mozilla'dan yaziyorum. Velhasil kaydi yayinladiktan sonra karakterlerin degistigini gordum. Normalde Verdana kullanarak yazmama ragmen kenar kolon yazilarinin karakterini uygulamis kendiliginden, ayar yapmaksizin. Nedenini bilmiyorum. Bu bir sorun olur mu? Muhtelemelen evet. Duzeltilemiyor mu? Denedim ama basarili olamadim. "Hepsini sec" komutunda bazi zorluklar var. Neyse bir de UC Browser' i deneyerek yazayim bakalim onda da karakter sorunu olacak mi?

5 Eylül 2012 Çarşamba

Unpublished!!!

Yine arşivin "bite"lı dosyaları arasından takıldı parmağıma bu görsel ((: Şimdi ne alaka? Nereden çıktı bu görsel? Efendim bırakın hemen dilim döndüğünce açıklayayım: Bu resim 2011 yılının şubat ayında ALL Dergisi'nin stüdyosunda benim Motorola Milestone ile çekildi. O zamanlar ALL Dergisi'nin Güzellik Editörlüğü'nü üstlenmiştim (çok kısa bir macera oldu ayrı). Mart sayısı için baharı çağrıştıran yeşil rengi seçmiştik ve doğanın simgesi yeşilin türlü tonlarında kozmetik ürünleri bir araya getirip "still life" çekim yapmıştık. Ben de kendime hatıra olsun diye bu yukarıdaki kareyi çekmiştim. İyi ki de çekmişim zira bu kare hiçbir zaman derginin sayfalarında yer almadı. Yayınlanmayacak kadar kötü olduğunu hiç sanmıyorum. Üstelik o aralar gribe yakalanmış olmama rağmen, yorgun argın, ateşli ateşli, burnum aka aka, aksıra tıksıra bu ürünlerin peşinde koşmuş bir de çekim bittikten sonra geri iadelerini bizzat yapmıştım hem de yaya olarak... Hiç unutmuyorum, aklıma geldikçe hala sinirleniyorum. Ne kadar saygısızca ne kadar umarsızca bir davranış biçimi. İnsan en azından emeğe saygı duyar!
Her neyse, görseldeki ürünlerin ne adlarını hatırlıyorum ne de fiyatlarını tabii... Burada kullanmamdaki amaç sadece emeği paylaşmak. Madem dergi sayfalarında yerini bulamadı o halde blog sayfalarında yerini bulur öyle değil mi? ((: